Çok güzelsin ama, kimse seni sevmiyor
Bu bayram Bursa’dan Balıkesir’e oradan İzmir’e kadar köy köy gezme imkanım oldu. Tarife gelmeyecek kadar güzel manzaralar gördüm, yaşadığım ülkeye bir kez daha aşık oldum.
Türkiye’nin her mevsimi güzel ama, baharın yeri bir başka. Çünkü bahar, geçiş mevsimi ve Türkiye de bir geçiş coğrafyası. Yani çeşitliliğin üzerine bir kat daha renklilik ve çeşitlilik biniyor.
Başka milletler çok daha kısır coğrafyalarını parlatmak için ellerinden geleni yapmışlar. İsviçre’nin, Çekya’nın, Yunanistan’ın, İtalya’nın hatta Hollanda’nın bile doğal güzellikleri, çok özel mucizelermiş gibi algılanıyor. Bizim cennet doğamız ise ancak köye gidince görülebilen “şaşırtıcı bir sürpriz” olabiliyor.
Zahirdeki sebebi basittir: Onlar ülkelerinin güzelliğini anlatmak için destanlar, şiirler yazmaktan, filmler çekmekten, resimler heykeller yapmaktan bir an bile vazgeçmiyorlar. Bizde ise bırakın bir sanat eserinin ülkemizin güzelliklerini anlatmasını, bunların kazara bir yapıtın içine girmesi bile mümkün olmuyor. Anadolu, kırk yıldır edebiyatımızda güzellikleri ile yer bulamıyor, sinemamız taşrayı anlatırsa sadece sıkıntısını anlatıyor, doğamız bestecilerimizin aklına gelmiyor, müziğe konu olamıyor… Plastik sanatlara ise hiç girmiyorum… En küçük ulusların bile yüzlerce pastoral ressamı varken bizim coğrafyamızı anlatan ressamlarımızın isimleri bile bilinmiyor.
Bir ülkenin sevilmesinin yolunun turizm reklamlarından geçtiğini zannetmemiz ne acı! Türkiye, her yıl turizm tanıtma faaliyetlerine yüz milyonlarca lira para harcıyor. Şüphesiz bunlar da çok gerekli işler ama sadece tanınmanıza yarıyor, sevilmenize, özlenmenize, imrenilmenize hizmet etmiyor. Bu saydığım ikinciler için coğrafyanızın fotoğrafını videosunu göstermeniz, havalı reklam filmleri çekmeniz yetmiyor, başka bir şeyler gerekiyor.
O “başka bir şey” ise aslında çok basit bir formüle dayanıyor: Önce siz ülkenizi ne kadar çok sevdiğinizi anlatmayı başarabilmelisiniz. Resimleriniz ile, edebiyatınız ile, sinemanız ile memleketinize duyduğunuzu aşkı anlatmalı, ülkenin taşından toprağından önce bu eserleri tanıtmalısınız. Bunu yapmayı başarabilirseniz, anlattığınız hisler yabancılara da geçiyor.
İnsanların Paris sevgisi sadece tanıtımdan mı ileri geliyor sanıyorsunuz? Paris’e dair yazılan sayısız şiir, roman, öykü, piyes, sayısız resim, onlarca beste, ve yüzlerce film sayesinde Paris, Paris oluyor. Fransız sanatçılarının, Fransız entelektüellerinin kendi şehirlerine duydukları aşk, tüm dünyayı saran bir duyguya dönüşüyor. İnsanlar en özel günlerinde Paris’te olmak istiyor, üzerinde Paris yazan giysiler giyiyor, hatta onu görmeyen kişiler bile onun hayalini kuruyor.
Turizmi ve kültürü, ticarete ait marka vb. kavramlar ile izah etmeye çalışan bir zihnin yapısı, işin bu tarafını kavrayamıyor. Çok reklam yapılırsa çok turist gelir deyip defteri kapatıyor. Oysa sorun çok turist gelmesi değil, çok para kazanmanız da değil. Dünya üzerinde olabildiğince çok sayıda insanın kalbini kazanmanız.
Tabii kalbini kazanmamız gerekenler sadece yabancılar değil. Kendi insanımızın da bu coğrafyayı sevmesini sağlamamız gerekiyor. İnsanımız, gördüğü doğal güzellikler karşısında hayrete düşüyor, “ne kadar güzel bir yer” diyerek hayranlığını dile getiriyor. Ancak bir süre konakladığı o güzel yerleri bırakıp evine dönerken çöpünü, pisliğini arkasında bırakıyor. Sevse bunu yapar mı sanıyorsunuz? Acı gerçek şu ki insanımız, ülkemizin doğasından etkileniyor ama onu sevmiyor. Memleketin toprağına, ağacına, hayvanına aşk beslemiyor. Onu kullanıp atılacak değersiz bir eşya gibi görüyor.
İhtimal, bunun da altında estetik eğitiminin ve sanat üretiminin yetersizliği yatıyor. Ülkemizin doğal güzellikleri hangi dolayımlar ile halka ulaşıyor dersiniz? Ya TRT’de belgesel olarak veya yol yapımı, baraj yapımı sırasından bir ihtilafa konu olduğunda! Aydınlar, sanatçılar memlekete aşk ile yaklaşan işler üretmiyorsa, memleketi yüceltip baş tacı etmiyorsa halk ne yapsın?