Çolpan İlhan
Son kez Adana Altın Koza Onur Ödülü kitabını yaparken bir araya gelmiş, uzun uzun hem kitap için, hem de geçmişten günümüze sinemanın bilinmeyenleri üzerine konuşma fırsatını yakalamıştık. Neler anlatmadı ki? Ama ne var ki kitabın sınırlı ölçüleri içinde, yazdıklarım, anlattıklarının çok azını oluşturdu. İçtenlikle, doğrudan doğruya, katıksız ve yalansız anılarının belki çoğu bende saklı kalacak. O da biliyordu bunların yazılmayacağını, ama bir sinema tarihçisi olarak bana, sanki “bunlar da dağarcığında bulunsun”, ya da “beni daha iyi tanıman için bunları da bilmen gerekli” dercesine anlattı.
YEŞİLÇAM AİLESİYDİ
Çolpan İlhan’la sinemamızın özel tarihinin bir sayfası daha kapandı gibi klasik yaklaşımlardan kaçınmak istesem de, işin aslı bu. Çünkü sinemanın resmi tarihi olmaz. Sinema tarihi, yalnızca filmlerden, olaylardan, akım ve kurumlardan ibaret değildir. Sinemayı tarih yapan, o sektöre katkıları olan kişilerin yaşanmışlıklarıdır. Bu yaşanmışlıklar, çelme taktıkları asık suratlı resmi tarihin sıkıcılığını, güler yüzlü yaptıkları gibi katıksız, dolansız bir gerçeği de ortaya koyar. Çolpan ilhan da kuşkusuz bu tarihin, belirli dönemlerine tanıklık etmiş, ayrıca tanıklık etmekle kalmayıp bizzat içinde olmuş bir kişidir. Ayhan Işıkları, Belgin Dorukları, Turhan Seyfioğlu ve Metin Erksan ve diğerlerini ondan daha iyi kim anlatabilirdi ki? Üstelik tüm söz ettiklerini sanki dün gibiymiş gibi anımsıyor, en ince ayrıntılarına dek, ben merkezi tavrın dışına taşarak olabildiğince nesnel bir yaklaşımla anlatma nezaketini ve dürüstlüğünü gösterebiliyordu. Çünkü biliyordu, rakip de olsalar, kimi kırgın ve yorgun aşklar da yaşasalar, kavga edip darılsalar da, sonuçta Yeşilçam onun gözünde bir aileydi ve hep de öyle kalması, bildiklerimizin tümünün perdede izlediklerimiz kadar olması gerekliydi. Gerisi ise onların, yalnızca onların bilmesi gereken olan özel şeylerdi.
GENÇ VE GÜZEL KALACAK
Çolpan İlhan, sinemamızın alışılmış star tipolojisinin ezberini bozan, önceden belirlenmiş beğeni skalasını alt-üst eden, aurasıyla ayrıksı olduğunun altını çizen, tekdüze bir tip olmanın ötesinde karakterin tüm ögelerini cömertçe ortaya koyan ve de Yeşilçam piyasasında nankör rol olarak bilinen her bir rolü oynayıp da, yine çok sevilip tutulan ender, sıradışı, hiçbir oyuncuyla uzak-yakın kıyaslanmayacak bir özelliğe ve fiziğe sahipti. Kimi zaman sevecen, masum, edilgin, kimi zaman kibirli, küstah, reddedici ve kırıcı gibi birbirleriyle uzak-yakın bağdaşmayan karakterleri aynı bedende yansıtıp da, sevilmek, benimsenmek bizim sinemamızda pek görülmez. Çolpan İlhan işte bu ezberi bozam bir sanatçıydı da...Ama onun en büyük özelliği, ya da perdeden bize yansıyan ışığı, hanımefendiliği, kibarlığı, nezaketi, hadi açıkça söyleyeyim hiç kimselere benzemeyen o kendine özgü, farklı bir sınıfın temsilcisi olduğunu kulağımıza fısıldayan asaleti idi.
Yaşı hiç yoktu onun. Ya hiç genç olmamış, ya da hiç yaşlanmamış gibi bir izlenim bırakırdı. Genç kızlığının kıvrımları yaşlılığında, yaşlılığın çehresine yansıyan her bir güzelliği genç kızlığından emanet kalmış gibiydi. Kamelyalı Kadın, Yalnızlar Rıhtımı, Zümrüt de ne ise Aşkı-ı Memnun’da da öyleydi. Hem iter, yaklaştırmaz, hem davet eder kendisine tutsak kılardı. Bir nesne gibi değil bir özne gibi, her bir oyunu başkalarının değil, kendi koyduğu kurallar içinde oynanmasını isterdi. Bu oyunlara aşk da dahildi.
Çolpan İlhan gibi sanatçılar ölmüyor. Onlar her zaman, perdede gördüklerimiz gibi genç ve güzel kalabiliyorlar. Sevdalarına yalnızca onun filmlerini izlemiş bizleri değil, , gelecekte bu filmleri izleyen nice genç kuşakları da ortak etmek için.
Sinemanın büyüsü de bu değil mi?