David Copperfield harikalar diyarında mı?
Edebiyat tarihinin en ilginç, öğretici ve keyif veren edebiyat tarihi kitaplarından biri olan toplam 86 sayfalık “İngiliz Edebiyatına Giriş”te, J.L. Borges çok önemsediği ve deha sahibi olduğunu söylediği Charles Dickens’a genişçe yer ayırır (bir sayfa!) ve şöyle der:
“Dickens’ın yalnızca duygusal olanı değil, gülmeceli, grotesk, doğaüstü ve trajik olanı da işlediğini unutmamamız gerekir. Dünyaya bir kişiler sergisi armağan etti; çoğu zaman birer karikatür olmaktan ileri gidemeyen ama hiçbir zaman yok olmayacak kişiler. Borçlarını ödeyemediği için birkaç kez hapse düşen ve ‘David Copperfield’de Mr. Micawber adıyla karşımıza çıkan cebi delik bir kâtibin oğlu olan Charles Dickens yoksulluğun yabancısı değildi (…) Byron, Scott ve Wordsworth denizin ve dağların güzelliğini keşfetmişlerdi. Dickens kenar mahallelerin duygu ve coşkularını keşfetti. Daha da önemli bir başka keşfi de çocukluğun yalnız büyüsüydü.”
DICKENS ROMANTİZMİ KAYBOLMUŞ
Üç yıl önce, sevilecek pek bir tarafı olmayan “Stalin’in Ölümü”yle tanıdığımız yeni nesil-yeni sürüm yönetmenlerden Armando Iannucci’nin son filmi “David Copperfield’ın Çok Kişisel Hikâyesi”, karşımıza tam da Borges’in tarifindeki gibi karikatür olmaktan ileri gidemeyen, Dickens’ın klasik eserine birkaç kez takla attırılmış bir karakterler galerisi olarak çıkıyor.
Duygusal, mizahi, grotesk, doğaüstü ve trajik boyutları olan bir filme imza atmış Iannucci, daha doğrusu çalışmış. İyi, kötü, asil, düşkün, kibar, hanımefendi, beyefendi, sinsi, paragöz, cömert, şımarık, gururlu, sahtekâr ve ahlaklı insanların 19. yüzyıl ortasında Sanayi Devrimi yaşayan İngiltere’nin kırlarında, konaklarında, izbe atölye ve yoksul mahallelerindeki ilişkileri, zavallı çocuk ve sonrasında delikanlı David Copperfield’ın gözünden aktarılıyor ama Dickens romantizminin güme gitmiş olduğu da çok açık. Ortada bir modernize-postmodernize etme çabası yoksa da Iannucci tıpkı Claude Lelouch’un 1995 yapımı “Sefiller”de yaptığı üzere alabildiğine “serbest” bir uyarlama gerçekleştirmiş, fantezinin dozunu epeyce kaçırmış.
KLASİKLER ‘RAHAT’ BIRAKILMAMALI
Dul annesinin gaddar ve otoriter bir züppeyle yaptığı evlilikten sonra oradan oraya savrulup çocukluğunu sömürgen patronların elinde bir şişe atölyesinde geçiren, yetişkinliğe sancılı adımlar atan ve yatılı okuldu, aşktı meşkti derken yavaş yavaş yazarlığa geçiş yapan Copperfield’in öyküsü doğrusu ruhundan epeyce şey yitirmiş İskoç yönetmenimizin elinde. Annesinin ölümünü bile bir hafta sonra öğrenen acıların çocuğu, zaman zaman hayli zıpçıktılaşarak serüven üstüne serüven yaşıyor ama hiçbir anda seyirciye o klasik duyguyu yaşatamıyor. Öyle ki filmin “David Copperfield Harikalar Diyarında” olmasına ramak kalmış durumda.
2008’de şöhreti “Milyoner”le yakaladıktan sonra “Son Hava Bükücü”, “Sonsuzluk Teorisi”, “Lion”, “Hotel Mumbai” gibi filmlere de damga vuran Dev Patel’i David Copperfield olarak görmeye bir türlü alışamadan biten filmde Mr. Micawber rolündeki Peter Capaldi ve Betsey Hala rolündeki Tilda Swinton ise resmen harikalar yaratıyorlar.
Karakterler üzerinde dostlar alışverişte görsün babında ırklar karmaşası yaratan Armando Iannucci, dönem İngiltere’sinin özellikle emekçi sınıflar açısından zulme dönüşen koşullarını da yeterince aktaramadan nokta koyuyor filmine. En üzücü yan ise kenar mahallelerin duygu ve coşkusundan uzak düşülmesi.
Eğer bir sinema dehası değilseniz (ki Iannucci kesinlikle değil) klasik edebiyat eserlerini fazla eğip bükmemek ve bu kadar “rahat” bırakmamak, bu denli kişiselleşmiş uyarlamalara cüret etmemek gerekir. Beyazperdede Charles Dickens izleri sürmek gibi özel bir amacınız yoksa “David Copperfield’in Çok Kişisel Hikâyesi”ni seyretmek için acele etmenize de gerek yok.