Depremin Ustaları
Depreme yardım için Ceyhan üzerinden İskenderun, Belen derken felaketin ilk görüntüleriyle birlikte Antakya’ya giriyoruz. Göçük altında kaldığı Altıyüz Evler ve kent merkezindeki eski çarşının göçükleri altından eski öğrencilerimin akrabalarını canlı veya cansız çıkarma hedefindeyiz. Yan yatmış, ne yapacağı belli olmayan altı katlı apartmanın en yakınına konuşlanıyoruz ve oraya yardıma gelmiş olanlarla tanışıyoruz. Çökmüş apartmanın dört tarafından girilebilecek yerleri araştırıyoruz. Sürekli arama kurtarma ekipleri gelip bağırıyor: “Sesimi duyan var mı?” Ailesi göçük altında kalan iki kardeş, öğlen saatlerinde bu bağırışlara bir cevap geldiğini söylediği için arama kurtarma ekipleri girebildikleri kadar içeri girmeye çalışıyorlar.
ARAMA KURTARMA USTALARI
Gerek önüne konuşlandığımız göçük binaya, gerekse çevredeki bloklara askeri arama kurtarma, AFAD, madenciler, Akut, adını hiç duymadığımız Türkiye’nin çeşitli yerlerinden gelmiş, kişisel çabalarla kurtarmalar yapan ekipler gelip gidiyor. Binanın durumu çok tehlikeli olduğu için önce ön taraftan, sonra arka taraftan girmeyi deniyoruz. Ancak, mutfak tarafındaki tüm eşyalar temizlenince devrilmiş kiriş çıkıyor, devam etmek imkansız. Ancak pes edilmiyor. Bu süre içinde gözlemlediğim kadarıyla, gelen arama kurtarma ekiplerini iki sınıfa ayırıyorum. Birincisi; klasik bildiğimiz arama kurtarma ekipleri. Bir de “umut verici” ekipler var. Göçükten birisinin çıkarılması neredeyse imkansızsa bunu size dolaylı söyleyen, ama umudunuzu kesmenize de izin vermeyen amatör gruplar. Bunların bazılarının gözü oldukça kara ve yıkıntılara tereddütsüzce girip sesleniyorlar. Bir işaret yoksa dışarı çıkıp: “Biz buraya canlı veya cansız göçüktekileri kurtarmaya geldik, gir derseniz ölümüne girer, içerdekini alır çıkarız” diyorlar. Siz onay verince: “aletleri alıp geliyoruz” deyip gidiyorlar. Sonra başka ekipler geliyor, gidiyor. Umudunuz kesilmiyor. Ama bu sözleri birkaç kez duyunca, anlıyorsunuz ki umut yok, ama bu tür ekipler sizin umudunuzu birden kesmemenizi sağlıyor, yani alıştırıyorlar. Bunlar “umut ustası” ekipleri.
ÇAY, ÇORBA USTALARI
Felaket afet durumlarında bazı şeylerin ortak kültürümüzde ne kadar önemli rol oynadığını görüyorsunuz. Örneğin bazı içecekler vardır ki, onlar ortak kültürel varlıklardır. Bizim kültürümüzünki çaydır. Göçüklerin arasında konumlandığımız ilk günden itibaren İstanbul’dan arabasına çay ocağını koyup getiren iki arkadaşın kurduğu çay ocağı, tüm o bölgenin ortak buluşma merkezi oldu. Çay içerken yapılan sohbetler moral enerjisini canlı tutuyordu. Çayın toplumumuz için ne kadar önemli bir sosyal içecek olduğuna, sıkı bir kahve içicisi olmama rağmen bir kez daha yaşadım. “Çay ocağı” ustalarının her ne kadar çayları mükemmel demli olmasa da, bu sosyal ihtiyacı tespit edip afetin ilk günlerinden itibaren toplumsal hizmet verdikleri için, onları “toplumsal gereksinimi tespit” ustaları olarak kabul ediyorum. Üstelik çay ocağı işlerini son derece ciddiyetle yaparak. Sabahın ilk ışıklarıyla arabalarından kalkıp çay ocağının çevresini temizleyip sulayarak ve açık kahvaltı tezgahını özenle düzenleyerek, hepimizin güne moralli başlamamıza yardımcı oldular. Bir de, tırlarda sürekli olarak dağıtılan çorbalar vardı ki hayatımda içtiğim en lezzetli çorbalardan olduğunu söylersem abartı olmaz.
KEPÇE USTALARI
Kepçeler alabildiğine kaba makinalar olarak bilinir ve yaptıkları iş zaten bunu gösterir. Ancak, Antakya’daki kepçe çalışmalarını dikkatlice inceledikçe, bu makinenin kaba bir makine olduğu yargısından vazgeçtim. Kepçe ustaları özellikle göçük altında kalanların tespit edildiği yerlerde kepçelerini öyle hassas kullandılar ki, milimetrik iş yaptıklarını söyleyebilirim. Sanki beton malzeme üzerinde ince oymalar yapan zanaatçılar gibi hassas dokunuşlarla molozları temizliyorlar. Herhangi bir hayat üçgeni veya gedik ortaya çıkar çıkmaz, ikaz düdüğü çalan kepçe büyük bir ağırlık ve hassasiyetle geri çekiliyor. Bu düdük ikazı arama kurtarma ekibi için çağrı ve yakınlarını bekleyenler için bir umut sesi oluyor.
KİRLİ BİLGİ SAVAR USTASI
Yanılmıyorsam Antakya’ya gelişimizin üçüncü gecesiydi. Arabada yatıp henüz uykuya dalmıştık ki birisi camımızı yumruklayıp “kaçın! Hatay’da baraj yıkılmış, sel geliyor” diye bağırdı. Çevremizde tam bir karışıklık ve panik havası vardı. Belediye otobüslerine, minibüslere doluşup kaçmaya çalışan insanlar yolu tıkamıştı. Biz arabanın arkasındaki arkadaşımızın olmadığını görünce, arabadan inip aramaya başladık. O sırada birisi gür sesiyle: “Nereye gidiyorsunuz? Hatay’da baraj mı var ki patlasın?” deyince birden uyandık. Bizi kendimize getiren bu “kirli bilgi savar” ses, birçok kişinin geri dönmesini de sağladı. Hemen telefona sarılıp, haberi teyit için Mustafa İlker Yücel’e telefon ettim. Sakin bir sesle “Bize böyle bir haber ulaşmadı” deyince, kirli bilgiyi kafamızdan sildik. Ne yazık ki, bu kirli bilgi arama kurtarma çalışmalarını bir müddet durdurdu ve çalışmaların tekrar başlaması ise zaman aldı. O kargaşada yaktığımız ateş de sönmeye yüz tutmuştu, yıkıntılardan ağaç toplayıp ateşi canlandırdık. Geri dönenlerle birlikte ateşin çevresi giderek kalabalıklaştı. Aslında Hatay’da bir baraj varmış, ancak uzaktaymış. Yine de, “Hatay’da baraj mı var?” diye gürleyerek bizi kendimize getiren “kirli bilgi savar” ustanın hakkını vermek istedim.
GÖÇÜK ALTINDAN KALKAN USTALIK
Bir de, deprem bölgesinde kültürel miraslarımızı sürdüren zanaatçılarımızın, ustalarımızın durumları var. Bunların bir kısmı göçük altında yaşamlarını, bir kısmı ailelerini, hemen hepsi de atölye veya dükkanlarını kaybetti. Deprem bölgesindeki kritik süreci aştıktan sonra, acil olarak kültürel miraslarımızın sürdürülebilirliği için projeler hazırlanmalı. Öncelikli olarak, usta-çırak eğitiminin kesintiye uğramasına izin verilmemeli ve bu eğitimin sürekliliği için destekleyici adımların bir an önce atılması gereklidir. İnsan kaynaklarının motivasyonunu güçlendirecek yatırımların hayata geçirilmesinin, yaraların sarılmasında büyük moral kaynağı olacağı açıktır.