"Devlet dini" olarak laiklik? (1)
Şimdiye kadar İslamcıların, muhafazakarların, bütün sağcıların, karşı devrimcilerin ve geriye kalan bütün madrabazların kullandığı formülü artık solcular da kullanmaya başlamış da haberimiz yokmuş. Nihayet bunu da gördük:
"Devam etmeden, 'Atatürkçülere' de iki çift laf etmeliyim. Buradaki argümanlarım sizlere de karşıdır. Ne geldiyse memleketin başına şu 'devlet dini' olarak uyguladığınız zorba laiklik anlayışınızdan geldi işte..."
Bu, cehaletin şahikalarında gezen satırların yazarının adının hiç önemi yok, çünkü Türkiye'de bu görüşte olan safların, aymazların ve madrabazların sayısı hiç de az değil. Bu nedenle, laikliğin ne olduğunu anlatmak için tamirci çantamı bir kez daha açacağım:
***
İlkin Fransız laikliği ile Hıristiyan tarikatlarının kurduğu ABD sekülerliğini birbirinden ayıracağız:
Fransız laikliği = 1789'dan itibaren, burjuvazi önderliğinde halkın kilise ve aristokrasiye karşı mücadelesi sonucu olarak ortaya çıktı.
ABD seküleriği = Sömürge bağımsızlaşırken halkın kilise ile birleşip devlet otoritesini sınırlandırma mücadelesi sonunda ortaya çıktı.
Türkiye laikliği yapısal ve toplumsal benzerlik dolayısıyla kendine Fransız laikliğini örnek aldı; din ile devleti birbirinden ayırırken din adamlarının (ulema ve ilmiye sınıfı) toplum üzerindeki kötü etkisine son vermek için devrim yasalarını çıkardı.
Laiklik konusunda düşünmek, yazmak ve konuşmak isteyen her kimse yukarıda yazdıklarımı ezberlemek ve anlamak zorundadır.
***
Kaç kez yazdım: İnsan beyni tükrük bezi ya da pankreas benzeri bir organ değildir, yani salgı bezi değildir, bilgi ve düşünce salgılamaz. İnsan beyni bir akümülatöre benzer, kullanmak için dolduracaksın. Bilgi sağlayan okumalardan ve deneylerden yararlanacaksın. Bunun için de bir Fransız filozof olan Henri Pena-Ruiz'in Laiklik Nedir? (Gendaş Kültür Yayınları) adlı kitabını tavsiye etmişimdir.
"Çok farklı yapılarda dinsel görüşleri olan bireyleri birleştirici rol oynayan ve herhangi bir kesime ayrıcalık tanımayan laiklik, bu sayede şiddeti de içinde barındırmaz."(S.11)
"Kitap indirilen üç din de, egemenlik kurmak için savaşlar ve acımasız işkenceler yapmıştır. Üç din de bütün insanlığa dayatılan bir üstünlüğü ve şiddeti çeşitli nedenlerle desteklemiştir. Bu dinler, dayatmayı başardıkları yerlerde bir baskı kaynağı, bastırıldıkları yerlerde ise, kurban durumuna gelmişlerdir." (S.11)
"Laiklik ülküsünün altında yatan insan hakları ilkeleri Batı'da, görmüş olduğumuz gibi karşı tutumları destekleyebilecek ya da haklı çıkabilecek dini tercihlerden kendiliğiden doğmamış; kan ve gözyaşları ile kazanılmıştır. Özgürlük ve eşitlik ruhunun söz konusu kazanımlarının başka kültürlere de aktarılmış olduğunu düşünmemizi engelleyecek bir neden yoktur...
Türkiye'nin gelişmiş bölgelerinde, laiklik hiçbir şekilde ülkenin kültürüne dışarıdan alınmış, yabancı bir kaynak olarak düşünülmez."(S.122-123)
Çünkü İslam dini de dışarıdan alınmıştır!
***
Henri Pena-Ruiz, Cumhuriyet'in kuruluşundan ve devrim yasalarının çıkartılmasından sonraki duruma tanıklık ediyor. Ama bunun öncesi de var: İkinci meşrutiyetle birlikte Osmanlı devletinin gayri Müslim uyruklarının Müslüman uyruklarla eşit haklara sahip duruma getirilmesi başta din adamları ve medreseler olmak üzere Müslüman kesimleri isyan durumuna getirmiştir. Çünkü egemen durumda olan Müslümanları ikinci sınıf uyruk durumunda olan Müslüman olmayanlarla eşit durumuna getiriyordu. Ancak devlet ile dinin ayrışması için bu adımın atılması gerekiyordu. Başbakan R.T.Erdoğan'ın "Biz neler çektik" yakınmasının ilk kaynağı buradadır. Çünkü kendi inancı üstünlük ve ayrıcalığını yitiriyordu.
***
"Hukuki açıdan, bir ulusta ya da bir siyasal toplulukta yaşayan herkesi ilgilendiren her şey kamusaldır. Bir kişiyi da da dini cemaatte olduğu gibi birkaç kişiyi ilgilendiren her şey özeldir. Dolayısıyla bir inancın kolektif boyutu, ona, yalnızca evrensel olarak paylaşılan şeylere karşılık gelebilecek kamusal bir statü kazandırmaz. Bu tür bir ayrım laiklik için temel niteliktedir. Dini hukuki açıdan özel bir mesele haline getirmek, dinin kolektif boyutunu azımsamak anlamına gelmez; kamusal alanı belli bir inanışa devretmeyi reddetmek ve böylelikle kamusal alanın özgün bir biçimde herkese ait olmasına olanak sağlayan dini yansızlığı korumak anlamına gelir. Rousseau gibi konuşursak, bir dinin kamusal alanı ele geçirmesi gasp sayılır." (s.120)
***
İslamcı akım belediye yönetimlerini ele geçirdikten sonra türbanın topluma siyasal simge olarak dayatılmasını kimi sözüm ona sosyologlar ve onların yamağı yazıcılar, "Müslümanlar artık inançlarını özel alanda yaşamak istemiyorlar, kamusal alana da çıkmak istiyorlar. Bu onların inanç özgürlüğünü içeren insan haklarıdır" diye ahkâm kesip ukalalık yapıyorlar ve cehaletin bağrında kabul görüyorlardı.
Oysa, İslamcıların türban vasıtasıyla kamusal alanı ele geçirme girişimlerinin insan haklarıyla hiçbir ilişkisi yoktu, tam anlamıyla onu gasp etmek girişimiydi. Cihad idi!
Cumhuriyet'in kamusal alanı savunmak için çıkardığı yasalar ve yasaların uygulanması, bu nedenle, kimi aymazlar tarafından "Ne geldiyse memleketin başına şu 'devlet dini' olarak uyguladığınız zorba laiklik anlayışınızdan geldi işte..." şeklinde değerlendirilmiştir.
Bu değerlendirmenin , 31 Mart gericiliğinin "Şeriat isteriz!" naralarından herhangi bir farkı bulunmamaktadır.
Kimilerinin "devlet dini" dediği şey, Cumhuriyet'in kamusal alanı "nötrleştirme" ve onu imtiyaz(lı)lardan arındırma iradesidir.
Bunu anlamamak için insanın ya kötü niyetli karşı devrimci ya da laiklik konusunda kara cahil olması gerekir. (Devam edecek).