Devrimci kuramın hipotenüsü
Verilerin gösterdiğine göre, kapitalist üretimde büyüme hızı 1980’de durma noktasına geldiğinde faiz oranları görülmemiş bir yükselişle tepe noktasını gösteriyordu. İşsizlik bunalım ve savaş yıllarını aratırca yaygınlaşırken, küresel işgücüne Ortadoğu ve Afrika ülkelerinden katılmaların da hızlanmasıyla ücretler gitgide gerilemekteydi. Japonya’da, ABD’de işçilerin en küçük direnişleri, şirketlerin özel güvenlik görevlilerince acımasız yöntemlerle doğrudan bastırılırken hükümetler bu siyah beyaz tarihsel dizide emekçilerin ezilmesini keyifle izliyordu.
SENDiKALARA GENEL TEMiZLiK
İngiltere’deyse Thatcher, nâm-ı diğer Demir Leydi, büyük madenci grevini paramiliter örgütlerle kırdı, işçileri sindirdi. Küresel çaptaki emek düşmanı saldırı, birçok ülkedeyse, sendikacıları ahlakdışı yöntemlerle saf dışı ederek işçi sınıfı direnişlerini etkisizleştirdi. Aynı süreçte 12 Eylül faşizmini yaşamakta olan Türkiye, tünelden çıkışta güçlü bir savaşım veren Zonguldak işçisinin yiğit önderi Şemsi Denizer’in kişiliğinde emeğin hem yücelişini hem sendikal çöküşün başlangıcını gördü. Sanatsal ve kültürel alanda mafiyöz yöntem ve baskılarla korkutmaca verilen yazar ve sanatçılar, ayrıca saygın danışmanlık ve ödül ağıyla, postmodern fantezilerle kuşatılarak susturuldu. Kapitalizm, tarihinin en büyük krizlerinden birine tutulurken, tüm dünyada aydınları kendi saflarına taşıyarak, işçi sınıfını Yeni Ortaçağ’ın ağzında tarih bilincinden ve geleceği tasarlama yetisinden yoksun bıraktı.
Durum, finansallaşan sermayenin yeni girişimciler öncülüğünde teknolojik atılımları ve yeni üretim alanlarını düşük maliyetler ve yüksek kârlarla teşvik etmesine son derece uygundu.
BÜYÜME HANGİ AŞAMADA
GSDH (Gayri Safi Dünya Hasılatı), Sovyetler’in çöküşü sonrasında, 1989 - 2012 arasında, % 272 artışla, 20 trilyon dolardan 71 trilyon dolara yükseldi. Yeryüzünün % 1’lik kesimini oluşturan bir avuç zenginin geliri katlanarak büyürken Engelbert Stockhammer, Douglas McWilliams, Branko Milanovic gibi iktisatçıların dudaklarını uçuklatan verilere kalırsa, kapitalist ülkelerde yoksulluk, savaş sonrasında bile görülmemiş ölçüde derinleşti. Kapitalizm, emekçiyi örgütsüz ve dayanışmasız bırakarak yaşamdan yalıttığı koşullarda, büyümeyi teknolojik yenilenmeyle birkaç misli katlarken, işsiz gençlere en düşük ücretlerle çalışmasız yaşamı dayatarak, onları sanal ortama kapatmakla yaşam alanları dışına sürmektedir. Bu, kimilerinin yanılsadığı gibi, ilk bakışta, Marx’ın da öngördüğü işten özgürleşmiş yaşama geçiş aşamasıdır. Ne ki, insanın yerini makinelerin aldığı bir üretim ortamında gerçekleşen işten özgürleşme sayesinde kazanılan serbest zamanın öznesi elbette yine insandır. Oysa günümüz dijital teknolojisi, insana kendi acı ve sevinçlerini yaşama şansı vermiyor; tam tersine, onu görkemli safsatalarla gerçekliğin dışına uğratarak, yaratıcı kişiliğinden ederek nesneye döndürüyor.
DOKUNMASIZ YAŞAMA KARŞI
Kevin Kelly, daha 1997’de, “şimdi, bütün varlıklar ve nesneler arasındaki ilişkileri ve iletişimleri desteklemek, güçlendirmek, çoğaltmak ve genişletmek için muazzam bir projeyle uğraşıyoruz” demişti. Bu tasarım, insanın çalışmasız bir yaşam içinde hurafelerle azar azar uyuşturularak dokunmasız bir yaşama alıştırılmasını, gitgide kendi içindeki yaşam ateşinin küllenerek sönümlenmesini amaçlıyor. Ne yazık ki günümüz sanatçısı da kendini bu akışa kaptırmış, dahası ödül peşinde koşarken hakikatle sevdalı ilişkilerini terk etmiştir.
Sanatçı, gerçekliği dijital fantezi ve hurafelerin boğucu baskısından kurtarmakla yükümlüdür. Dokunmasız ilişkiler, insani özü silmek üzere yaygınlaştırılıyorsa, sanatçı, duyusal olanın akılla kesişme ve örtüşmesini canlı kılan ilişkileri yapıtında örerek bu özü yeniden yaşama yaymalıdır.
Platon, geometri bilmeyene akademiyi ve felsefe bahçesini yasaklıyordu. Her anlamda mutlak yoksulluğu dayatarak onu yeryüzünden silmeyi amaçlayan kapitalizme insanı terk etmeyecekse, sanatçı, gelinen noktada devrimci kuramın hipotenüsünü yapıtında ivedi gerçekleştirip ellerimize yüklemek zorundadır.