28 Eylül 2024 Cumartesi
İstanbul 23°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Dil Bayramı

Özdemir İnce

Özdemir İnce

Eski Yazar

A+ A-

Giriş:

23-26 Eylül 1998 günlerinde, Kazablanka Uluslararası Şiir Festivali'nde idim. Kazablanka'ya Humprey Bogard'ın Kazablanka filmindeki "Rick's Bar"ın bir benzerini bulurum umuduyla gitmiştim. Elbette yoktu. Mollaların şerrinden İran'dan kaçıp Kazablanka'ya sığınmış olan film yönetmeni arkadaşım, "Seni Rick's Bar'a götüreceğim" dedi. Beni bir beş yıldızlı otele götürdü. Giriş katındaki barın kapısında Rick's Bar yazıyordu. İçerde Humpy'nin bir yığın fotoğrafı vardı duvarlarda. Barmen "Ben Sam!" dedi, filmdeki piyanist gibi. Ben de Rick'in filmde dediği gibi "Sam, bir daha çal!" yerine, sanki birincisini içmişim gibi, "Sam bir viski daha!" dedim. Gülüştük...

Gelişme:

Neredeyse bütün arkadaşlar oradaydı: Adonis, Abdellatif Lâabi, Mahmud Derviş, Abdülwahab Meddeb, Tahar Bekri, André Velter, Antonio Gamoneda...

15 yıl önce, belki bugün, Gallimard Yayınevi Şiir Dizisi yönetmeni, şair André Velter kürsüde konuşuyordu. Bir ara Yunus Emre'den söz etti ve "Benden sonra Özdemir'in biraz Yunus Emre'yi anlatmasını rica edelim!" dedi.

Konuşması bitince kürsüye çıktım ve "Bu salonda şiir okusalardı, günümüzün sıradan Fransızları ne Villon'u (1431-1463) ne de Ronsard'ı (1524-1585) anlardı. Aynı şey Dante (1265-1321) ve Shakespeare (Vaftiz 26.03.1564 - 23.05.1616) için de geçerlidir. Ama bizim Yunus Emre (13-14 yy.) şiir okumuş olsaydı, Türkçe bilenlerin tamamı şiirinin Türkçesini anlardı. Çünkü bundan altı yüzyıl önce günümüzün Türkçesi ile yazıyordu.

Ancak, Yunus Emre'nin çağdaşı Anadolu halkı Divan şairlerinin ve ulemanın dilini anlayamazdı. Çünkü bunlar Türkçe, Arapça ve Farsça karışımı olan Osmanlıca yazıyorlardı. Osmanlıca seçkinlerin, Türkçe halkın diliydi. Bunun bir benzeri, bildiğim kadarıyla, az biraz Yunanistan'da da geçerliydi.

Daha sonra, konuyu biraz daha açtım.

Düğüm:

Bugün, ülkemizde Dil Bayramı, Avrupa'da Avrupa Dil Günü ve ülkemizde ilk Dil Kurultay'ının (1932) toplandığı gün.

1900'lerin sonuna doğru Türkçe, "Bab-ı Âli yüksek kapısından tek bir atlı yek süvari mürur edip geçerken" tarzında yazılıp konuşulmaktaydı İstanbul'da. Şairler ve edebiyat yazarları ve gazeteciler bu dille yazmaktaydılar. Halkın neredeyse % 95'i bu dili anlamamaktaydı.

Şairler, yazarlar ve gazeteciler, halkın % 95'e yakını okuma yazma bilmediği için, okur ve müşterileri olan seçkinlerin dili Osmanlıca yazmak zorundaydılar. Ama kendi cehaletleriyle, kendi maymun taklikçilikleriyle bu dili de hep birlikte yaratmışlardı.

Bu durumun farkına varanlardan Ömer Seyfettin öykülerini 1910'larda halkın diliyle yazmaya başlamış ve edebiyatta da Türkçülük akımı etkinlik kazanmıştı.

Ulusal bilincin oluşması için dilin ulusal ve bütün halkı kapsayıcı olmasının gerektiği anlaşılmıştı.

***

Bu noktaya nasıl gelindi?

Fransız şairi Joachim Du Bellay, Rönesans'ın edebiyat kuramı, aynı zamanda Pléiade şairlerinin manifestosu sayılan « Défense et illustration de la langue française » (Fransız dilinin savunulması ve övgüsü) adlı kitabını1549 yılında yazmıştı. «Övgü» yerine «aydınlatılması, parlatılması» falan da denilebilir ama ben övgüyü yeğliyorum. Fransız dilini yüksek latincenin sultasından kurtarıp fransızcayı ulusal dil olarak ortaya çıkarmak isteyen Du Bellay, "La Défense et illustration de la langue française" ("Fransız dilinin savunulması ve övgüsü)" adlı kitabını1549 yılında yazmıştı.

Tuhaftır: 15.yüzyıldan itibaren, Avrupa seçkin yazar ve bilginleri kendi ulusal dillerini latincenin etkisinden arındırmak ve bağımsızlaştırmak için savaş verirken, bizimkiler tam tersi yola sapıp, şairler Farsçanın, ulema da Arapçanın yörüngesine giriyordu.

Fransız şairi Joachim Du Bellay, Rönesans'ın edebiyat kuramı, aynı zamanda Pléiade şairlerinin manifestosu sayılan kitabını1549 yılında yazmıştı. "Övgü" yerine "geliştirilmesi, aydınlatılması, parlatılması" falan da denilebilir ama ben "övgü"yü yeğliyorum. Fransız dilini yüksek latincenin sultasından kurtarıp Fransızcayı ulusal dil olarak ortaya çıkarmak isteyen Du Bellay, kitabının adını da o zamanın yazımıyla yazmıştı."La Deffence, et Illustration de la Langue Francoyse". Ama kitap amacına ulaşacaktı.

Ve gene tuhaftır: Bizimkiler, Arapça ve Farsçayı anadilleri gibi bilemedikleri için, Türkçe ile karıştırıp, Osmanlıca diye, yapay (sentetik) bir dil yarattılar.

Cumhuriyet dönemi yobazlarının, mürtecilerinin, dil ve yazı devrimlerini karalamak için kullandıkları, "Baba oğlu, dede torunu anlamaz oldu" tevatürü işte bu dili savunmak için yapılmaktadır.

Babamın kullandığı ve benim anlamadığım pek az sözcük vardı: Benim için söylediği "Şeytan-ı lâin" (Allahın rahmetinden mahrum olan şeytan); "Mutmain olmadım" (Tatmin olmadım, inanmadım). Hepsi bu neredeyse... Ama dedem Kör İbram'la da, babam Noter Ahmet'le de Türkçemizde pek güzel anlaşırdık 1950'lerde...

Osmanlıca bir Hacivat diliydi!

Sonuç:

Aslına bakarsanız Türkçemiz medreselerin açılmasıyla bozuldu: Medreselerde eğitim Arapça yapıldığından Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk kurulduğu zamanlarda, İznik, Bursa ve Edirne gibi kentlerde medreseler açılınca, hocalar Mısır, Suriye ve Irak gibi ülkelerden getirtilmişti. Arap hocalar ilk öğrencilerine doğru-dürüst Arapça öğretemediler; öğrencileri bunların yerine hoca olunca onlar daha az öğrettiler.

İkinci Meşrutiyet'e kadar medreselerin eğitim-öğretim dili Arapça olarak kaldı ve o zaman Türkçeleşti. Ne kadar Türkçeleştiyse o kadar.

Dil ve yazı devrimi Cumhuriyet'in en büyük, en yerleşik ve kalıcı utkusudur (zaferidir). Düşünsenize günümüzün bütün Cumhuriyet ve dil devrimi düşmanları, düşmanlıklarını bu dille yapmak zorunda.