Dil ve uluslaşma
Çağımızda dil birliği, her şeyden önce uluslaşma sorunudur. Bir topluluğun ulus biçiminde örgütlenmesinin ön koşullarından biridir çünkü dil birliği. (Dilde birliğin ön koşulu da uluslaşmadır.)
Feodal dönemin kapalı ekonomisi, belli sınırlarda, çeşitli dillerin yan yana yaşamasına izin veriyordu. Çünkü feodalizmin parçalı yapısı içinde dil çeşitliği olağandı. Ayrıca, feodal sisteme hâkim olan sınıfın üretimden ve üreticilerden kopuk olması, yönetenlerin ve yönetilenlerin dillerini de farklılaştırmıştı. Yani sistemin efendilerinin kullandığı dil ile üretici çoğunluğun kullandığı dil farklıydı ve bu fark sistemin devamlılığı için zorunluluktu. Çünkü üretim ilişkileri, sınıflar arası iletişimi kuvvetlendiren değil, zayıflatan ve ayrıştıran bir düzeydeydi.
Osmanlı’da, saray çevresinde kümelenen ozanların kullandığı dil ile halk ozanlarının kullandığı dilin farklı olmasının kaynağı buradadır. Söz gelimi Mevlana’nın, “Farsça ve Arapça yazıyorum diye beni yabancı bellemeyin, ben Türk’üm” diye yazması, dil kullanımının tamamen sınıfsal olduğunu kanıtlamaktadır. Kendisi Türk’tür ama sistemin efendilerinin dilini kullanmaktadır. Onun için saray ozanları, halk ozanlarının, söz gelimi Yunus’un kullandığı Türkçeyi küçümsemiştir.
Melih Cevdet, Dilimiz Üzerine Konuşmalar kitabında, Namık Kemal’in bir sahafta Yunus Emre’nin şiirlerine rastladığını ancak okuyamadığını, aktarır. Namık Kemal’in Yunus’un şiirlerini okuyamaması, dilini anlamadığından değil, küçümsediğindendir. Dil konusunda yüzyıl öncesine dayanan hâkim anlayış, hâlâ vadesini doldurmamış sistemin üretim ilişkileriyle de uyumlu biçimde, Namık Kemal gibi dönemin devrimci aydınlarda bile etkisini sürdürmüştür. Çünkü hâkim anlayışa göre, bir metin iyiyse, o metinde Arapça ve Farsça sözcükler fazla olmalıdır.
Ulus birliğinin oluşması, ulus öncesinin dil anlayışını iki açıdan değiştirmiştir. Birincisi, ulusal birliğe önderlik eden sınıfın ─üreticilerle doğrudan bağı sayesinde─ dili, o ulusun üyelerinin diliyle ortaklaşmıştır. Yani, feodal dönemin kapalı ekonomisinin izin verdiği sınıflar arasındaki dilsel ayrışma ortadan kalkmış, siyasal ve ekonomik olarak örgütlenen ulusun ve vatanın ihtiyaç duyduğu, sınıflar arası iletişimi kuvvetlendiren dil birliği sağlanmıştır. İkincisi ise, ulusun üyeleri arasında, ulus öncesinin belirleyici ögelerinden biri olan soy ayrılıklarının yarattığı her türlü sosyo-kültürel biçim ortadan kalkmış ve böylece, bölgeler arası iletişim çeşitliğinin yol açtığı ayrışmalar da önlenmiştir.
Bu bağlamda ulusal dilin gerisine dönmek özlemi, bu iki değişimi tersine çevirmek anlamına gelir. Bu da doğrudan ulus öncesi çelişmelerin hayata geçmesiyle bağlantılıdır ki, bunun da mümkün olmadığı açıktır. Çünkü dilin siyasal ya da farklı bir ifadeyle sınıfsal gücü, topluluğun örgütlenme modeliyle bağdaşıktır. Geçen yüzyılın başında ulus olarak örgütlenme kararı alan Türkler, ulusal özlemlerine cevap veren ve köklü bir dil olan Türkçeyle bunu başarmışlardır. (Türkçenin gelişmesi ile Türklerin ulus olarak örgütlenmesi aynı gelişmenin birbirini iteleyen iki sonucudur.)
Osmanlıcanın ulusal bir dil niteliği yoktur (Osmanlıca, Arapça, Farsça ve Türkçenin karışımından oluşan ve Arapça ile Farsçanın baskın olduğu bir jargondur). Osmanlıca, sistemin efendilerinden ve saray aydınlarından oluşan bir azınlık tarafından kullanılmıştır. Halkın kullandığı dil ise bugün kullanılan dildir: Kaygusuz’un, Yunus’un, Pir Sultan’ın, Nâzım’ın, Cemal Süreya’nın vs. dili…
Özetle, dil birliğimizi tartışmaya açan her yorum, ulusal birliğimizi hedef alır.