08 Ocak 2025 Çarşamba
İstanbul 13°
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Dış politikada bağımsızlığın adı yok! -(TAMAMI)

Kurtul Altuğ

Kurtul Altuğ

Eski Yazar

A+ A-

Türkiye Cumhuriyeti, ilanından bu yana bağımsızlığı ile övünen bir devlettir.

1964 yılını anımsayın.

Kıbrıs Türk topluluğuna, adada yaşayan Rumlar tarafından baskılar yapılıyor, soydaşlarımız öldürülüyor, toplu mezarlar dolup taşıyordu. Başbakan İsmet Paşa hükümetini topladı. Genelkurmay Başkanı’nı çağırdı ve Hava Kuvvetleri’ne ada üzerinde caydırıcı uçuşlar yapılması emrini verdi.

Türkiye hiç değilse adadaki Türklerin yaşamlarının güvence altına alınmasını istiyordu. Önce garantör devletlere 48 saat süre tanınacaktı. 12 Şubat’ta Kıbrıs’ta çatışmalar başlamıştı. Başbakan İnönü şöyle diyordu: “Ültümatom verdim. Bir reaksiyon gösterilmezse çıkarma yapacağım... Sabrediyorum.”

Meclis’ten 485’e karşı 1 çekimser oyla istek onaylandı. İnönü bağımsız bir ülkenin başbakanı olarak diyordu ki, “Kıbrıs’taki Türkleri hür yaşatmak şeref görevimizdir. Aksi bir hal tarzına bizi razı etmeye kimsenin gücü yetmeyecektir” (5 Mayıs 1964) Düşünün ki; İsmet İnönü hükümetini daha yeni kurmuştu. Diplomasi önce Sovyetler Birliği’ne kararını bildirdi arkasından Washington dönüşü Fransa’ya uğradı De Gaulle ile görüştü. 7 Ağustos günü Türk jetleri havalandı ve ada üzerinde ihtar uçuşları yaptı. 8 Ağustos’ta jetler Kıbrıs’ı bombalamaya başladı. Oysa 4 Ağustos’ta ABD Başkanı Johnson’dan bir mektup gelmişti. Yüksekten bir tavırla, “Türkiye Hükümeti’nin, Kıbrıs’ın bir kısmını askeri kuvvetle işgale hazırlandığını Büyükelçi Hare vasıtasıyla sizden öğrenmiş bulunuyorum” diyor hareketin Türk- ABD ilişkilerin zarar verebileceği tehditkar bir üslupla uzun, uzun Türkiye Başbakanı’na bildiriyordu.

Artık büyükelçiler yön veriyor

Başbakan İnönü’nün verdiği tokat gibi yanıt Başkan Johnson’un mektubundan daha sertti. ABD’yi geri adım atmaya zorlamıştı.

Bir zamanlar dış politikamız böyleydi: Başımız dikti, asla ödün vermeyen bir üslupla gerektiği yerde hakedenlere haddini bildiriyorduk.

O dış politika terk edildi. Şimdi Türkiye’ye başkanlar değil büyükelçiler yön veriyorlar. Hükümet işin içinden kolayca çıkıyor ve: “Büyükelçi haddini aştı!” sitemiyle kalınıyor.

Bu da AKP’nin ABD ile ortak dış politika uygulaması olmalı ki, iki taraf ta hem söylüyor, hem de sözü başka yana çekiyorlar.

ABD Büyükelçisi Ricciardone ülkemizde yaşanan demokrasiye ve insan haklarına aykırı bazı uygulamaları eleştirince iktidarın hışmına uğradı gibi yapılıyor. AKP Sözcüsü, “Büyükelçi haddini aşmıştır, Dışişleri tarafından uyarılacaktır”, diyor. Oysa Büyükelçiler yaptıkları açıklamalarda kişisel görüşlerini dile getirmezler, hükümetlerinden aldıkları talimata göre konuşurlar. Nitekim ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Victoria Nuland, Büyükelçinin sözlerine sahip çıkarak, bu görüşlerin daha önceki Dışişleri Bakanı Bayan Clinton tarafından da dile getirildiğini hatırlattı. Yetmemiş olmalı ki; yeni Dışişleri Bakanı’nın da aynı görüşleri paylaştığından kuşkusu olmadığını söyledi. Birkaç gün sonra Başkan Obama ‘İnsan hak ve özgürlüklerini savunan’ Büyükelçi’nin bağımsız bir ülkenin içişlerine karışmasını dikkatlice onayladı.

Sorun yok mu diyeceğiz?

Tam bir diplomatik skandal şimdi ne olacak? Üstelik çağdaş dünyada demokrasi ve insan hakları artık ülkelerin iç sorunu sayılmıyor. Bu alanlarda uluslararası antlaşmalar ve bu antlaşmaların uygulanmasını denetleyen uluslararası mahkemeler var. ABD’nin bütün ülkelerdeki insan hakları ihlaller konusunda ne derecede duyarlı olduğu, hangi ülkelere göz yumduğu, Türkiye’yle ilişkilerinde insan haklarının gerçekten öncelikli bir yer alıp almadığı ayrıca tartışılacak bir konu.

Türkiye’nin insan hakları, demokrasi, basın özgürlüğü, kadın erkek eşitliği ve yargı bağımsızlığı konularında dünya ülkeleri arasında en alt sıralarda olduğu uluslararası kuruluşlar tarafından da açıklandığına göre sorun yok mu diyeceğiz?

Asıl sorun: Bir ülkenin devlet adamlarının özür nedeni bulmak yerine gereken yanıtı -hiç değilse- ABD Başkanı önünde yüz yüze vermeleri gerekmez miydi?