Dışarıda ‘gürültü’ varken...
Nietzsche, “Tragedyanın Doğuşu”nu 1870/71’de iki savaş arasında yazmıştı. Yaşadığı çağ, içinden geçtiği zaman, olup bitenlerin yansıları onun düşünce aurasını biçimlemiştir
elbette.
O savaş gümbürtüleri arasında çok daha öte zamanlara dönüyor, uzanıyordu.
Güncelin seyri, gündemin o “trajik” hali olmasaydı belki de böylesi bir çalışmaya yönelmeyecekti
Nietzsche.
Günceli yazmıyor diye eleştirilen Yaşar Kemal, yazdıklarıyla yanıt veriyordu onlara.
Güneydoğu’da bugün yaşananların gerçekliği onun romanlarının dokusunda yer alıyor.
Gaziantep’te bir aileden dokuz kişiyi öldüren o genç adamın öyküsü onun anlatılarının
varoluş nedeni.
Yaşar Kemal, bize, o “mecbur insan”ı anlatırken, çağımızın dönüşümüne de tanıklık etti.
Nietzsche de bu mecburiyetin düşünürüdür, bence!
YOLA ÇIKAN KAYGI
Dışarıda onca “gürültü” varken, köşenize çekilip dünyanın sesini dinliyorsunuz. O yer, sizi yaşadığınız kara parçasından kopar(a)madığı gibi; günbegün kaygılarınızı da arttırıyor. Ve tarih okumaya veriyorsunuz kendinizi.
Olanca şiddetiyle süren çatışmalar, savaş, yurtsuz kalışlar yeryüzünde ne ilk ne de son. Ama hep öyle algılanıyor; “her şey iyiydi, n’oldu şimdi?”
Hayır!
Her şey iyi değildi.
Görüşmeler, konuşmalar, komisyonlar, müzakereler, söz yarışları... Hiçbir şey, hiçbir şey yaşanan “kirli savaş”ın önüne geçemeyecek.
Ne yazık ki modernite bir yandan hayatımızı renklendirip kolaylaştırırken, öte yandan da sürekli kötülük üretmekte.
Durup bakınca hayatın her yanında bunların izlerini görmekteyiz.
Güç kötümserdir, yıkıcıdır. Kendince “yeni”yi arar. Elde ettiğini yitirmemek için de “kötü”nün ideolojisini kurar.
Savaşsa savaş...
Yalansa yalan...
Yıkımsa yıkım...
Tarihte Giritlileri yalan söylemeye iten de hep bu olmuştur.
“Ben güçlüyüm,” bönlük ve kibir getirir. Ama “yıkılmazım” derken de tarihin çöplüğüne bakmak gerekir.
YETİNGEN OLMAYAN SEN
Soldur bakışlarını, hadi. Ellerini erit çeşmenin akan suyuyla. Bakışlarına mil çek, görmesen de olur. Ses olmazsa da yaşarım diyenlerden çevirme yüzünü. Dokunarak yaşamaktan hangi insan vazgeçebilir peki? Ya tadarak var olmaktan?
Hadi, unut günün şafağını; geceye kanat çırpan hangi kuştur buna yor zihnini; bir de düşkünlüklerimize.
Bir kitaptan altını çizdiğim şu satırları bir de sen oku:
“Bundan böyle ne dünyayı dönüştürmek ne de dünyaya hâkim olmak söz konusudur; ‘insan’ın kendine belirli herhangi bir yaşamı -bir diğerini değil- üretmesi de söz konusu değildir. Paul Valéry’nin deyişiyle, ‘işe yaramaz gücün yüce yoksulluğu”na erişmek söz konusudur: bu ‘yoksulluğa’ göre, her belirli varoluş ‘düşkünlük’tür.”
Hadi, öyleyse sen de yetiş yoksunluk çarşılarına. Gezindir umarsızlığını, günün sanrısını... Bakışlarının bulantısını gölgeleyen ne varsa al taşı öfkene. Kendini onarmak yolculuğundan söz et sevdiklerine. Bir de dışarıdaki gürültüden.
SESSİZLİKTE
Sessizlikte bir bakışın yolculuğundasın.
Yola çıkışının seyrindeki duygu kamaşması zamanın gölgesi olarak aşılı duruyor karşında. Adımladığın her yerde, insanların sinik hallerinde sezinlediğin de bu.
Yol dönemeçlerinde durup, olup bitenlere bakıyorsun.
Savaş sesleri geliyor öteden... Uzakta olmak bunu hissetmemek anlamına gelmiyor.
Gözüne ilişen şu sözü bir kez daha okuyorsun:
“Çünkü vatandaşı koruyan yasalar sağlıklı istihbarat ve sağlıklı toplum için şarttır.” (Eliza Manningham-Buller)
Oysa karanlıktan çıkmayı bekliyorsunuz.
Söz celalileri zamanın dönüşen diliyle konuşuyorlar. Nefessiz kaldığını hissediyorsun. Çünkü ayan beyan görülen; atın önünde et, itin önünde ot.
Zaman bu zaman demek ki...