28 Aralık 2024 Cumartesi
İstanbul
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Doğu Ege adalarının karasuları hakkı yoktur!

Halil Özsaraç

Halil Özsaraç

Gazete Yazarı

A+ A-

17. yüzyıl Batı hukukçularından Hollandalı Grotius, “tüm denizlerin serbestliği” anlamındaki “mare liberium”; İngiliz Selden ise, “denizlerde kıyı devletlerinin egemenliğini” ifade eden “mare clausum” tezini savundular.

Devletlerin, tehditler için tampon alan oluşturma eğilimleri, “mare clausum”u üstün kıldı. Karasuları genişliği, başlangıçta, top menzili kadardı. Böylece, kara bombardımanı kabiliyetli savaş gemileri, kıyılara yaklaştırılmamış oluyordu.

Anakara karasularına uygulanan 3 mil kuralı, 1918’den sonra, top menzilindeki artış gerekçesiyle esnetilmek istendi. Asıl mesele, silah menzili değil, teknolojik gelişmelerin deniz dibi kaynaklarını ulaşılır kılmasıydı. Silah menzil artışlarındaki devamlılık nedeniyle, “karasuları” kavramının artık, kara ülkesine ön savunma sağlayamayacağı ortadaydı.

1930’DA YUNANİSTAN’IN ‘AZAMİ 3 MİL KARASULARI GENİŞLİĞİ’ İÇİN VERDİĞİ DİPLOMATİK SAVAŞ

Milletler Cemiyeti, karasuları gerginliklerine çözüm bulmak amacıyla; 1930’da, 48 devleti, La Haye’de topladı. 3 millik örf ve âdet kuralının devamı konusunda uzlaşılamayınca, 1930’daki konferans başarısız oldu. Milletler Cemiyeti üyesi olmadığından Türkiye’nin katılmadığı 1930 La Haye Konferansı’nda yaşanan diplomatik tartışmalar, ilginçti.

Konferansın kayıtlarına göre; karasuları konusunda, çoğunluk 3 milci olmakla beraber, 4 milciler ve 6-12 milciler de vardı. Örneğin, İtalya, İspanya, Romanya gibi donanmalarına yeterince güvenemeyen devletler 6-12 mili savunurken; Baltık devletleri 4 milden yana olmuşlardı.

ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya gibi emperyalist devletler ise, azami 3 mil karasuları genişliğinde ısrarcı olmuşlardı. Elbette, emperyalizmin 3 mil ısrarının altında yatan asıl niyet; “istila inisiyatifini elde tutabilmek” idi.

1930’da La Haye’de karasuları genişliğinin 3 mili geçmemesini hararetle savunan bir “gizli istilacı” devlet daha vardı: Yunanistan… Yunanistan, İtalya’nın 1911’de Osmanlı’dan aldığı Menteşe Adaları’nı (Oniki Ada) ele geçirmenin hayaliyle yanıp tutuşuyordu.

Bu nedenle Yunanistan, İtalyan toprakları olan Rodos ve civarı adalarda, karasularının 3 milde tutulmasının peşindeydi.

1930’da, karasuları için “3 mil”i genel bir uluslararası kurala dönüştürmeyi başaramayan Yunanistan, Menteşe Adaları civarındaki keşif harekât alanını genişletebilmek amacıyla, 1931’de, hava sahasını, 3 millik karasularının dışına taşırıp 10 mile çıkardı.

1935’te ise, İtalya’nın Etiyopya’yı işgali sonrasında Yunanistan, İtalya’nın askerî gücü ile baş edemeyeceğini anladı ve Rodos’u almak isterken mevcut adalarının İtalya’ya kaptırabileceği korkusuna kapıldı.

Zayıflığının farkına varan Yunanistan, 1936’da; dünyayı “3 mil”e zorlamaktan vazgeçerek Adalar (Ege) Denizi’ndeki Lozan dengesini sarsmak ve yapay zeminde yürüyen Türk-Yunan dostluğunu sabote etmek pahasına karasuları genişliğini 6 mile genişletti.

1947’de ise, Menteşe Adaları’nı topraklarına katmış olan Yunanistan, asıl gerekçesini yitirmiş olsa da, ne 1931’deki 10 millik hava sahasından ne de 1936’daki 6 millik karasuları genişliğinden vazgeçmedi.

Yunanistan’ın tek taraflı 1931 ve 1936 uygulamalarına Türkiye’den savaşı göze alabilecek tepkilerin gelmemiş olması, Adalar (Ege) Denizi yetki alanlarındaki aşırılığı kalıcı kıldı. Diğer bir yorumla, iyi niyetli Türkiye, kötü niyetli Yunanistan’a barışçı yaklaşmanın, denizini ona kaptırmak anlamına geldiği gerçeğiyle yüzleşmiş oldu.

1958’de, 86 ülkenin katılımıyla Cenevre’de yapılan BM I. Deniz Hukuku Konferansı’nda, karşılıklı kıyıları bulunan devletlerin karasularının belirlenmesinde “eşit uzaklık” ilkesinin adaletli sonuçlar veremeyebileceği, ayrıca “tarihî haklar” ve “özel koşullar” kurallarının da bağlayıcılığı kabul edildi.

Türkiye, karasularına netlik kazandırmayan, ama “eşit uzaklık” prensibine daha yakın görünen 1958 Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni imzalamadı. Karasuları tartışmalarının bitmemesi üzerine, 1960’ta toplanan BM II. Deniz Hukuku Konferansı ise, bir sözleşme dahi üretemeden dağıldı.

1973’te başlayıp 9 yıl süren BM III. Deniz Hukuku Konferansı’na neredeyse tüm dünya katılım sağladı. Konferans’ta İngiltere, Danimarka ve Yunanistan gibi devletler “eşit uzaklık” ilkesinin; Türkiye, Fransa ve Polonya gibi devletler ise “hakça ilkeler” kriterinin esas alınmasını savundular.

“Eşit uzaklık”çı Yunanistan, hakça ilkeler baz alınarak yapılacak bir sınırlandırmanın belirsizlik doğurabileceğini; “hakça ilkeler”ci Türkiye ise, genel, zorunlu ve bağlayıcı bir kuralın baz alınmasının hakkaniyete aykırı ve makul olmayan sonuçlara yol açabileceğini savundu.

Neticede, okyanuslara kıyısı bulunan veya yarı-kapalı denizlerde karasuları meselelerini ufak ödünler ile çözebilecek durumdaki devletlerin imzalaması ile bir “Okyanus Anayasası” olan 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi ortaya çıkmış oldu.

Karasuları üst sınırı, 12 mil olarak belirlendiğinden Yunanistan’ın büyük bir hevesle imzaladığı 1982 Sözleşmesi, deniz yetki alanları sınırlandırması konusunda “hakkaniyete uygunluk” dışında belirli ve zorunlu bir yöntemi bulunmasa da, “flu” kurallar içerdiğinden Türkiye tarafından imzalanmadı.

YUNANİSTAN’I İMZALADIĞI SÖZLEŞME; TÜRKİYE’Yİ İSE ÖRF VE ÂDET HUKUKU BAĞLAR

Deniz alanlarının sınırlandırılmasında, uluslararası sözleşmeler, tüm devletlerin taraf olmamaları nedeniyle, hiyerarşik olarak örf ve âdet hukukunun gerisinde kalır. Özetle, Türkiye için, imzalamadığı 1958 ve 1982 Deniz Hukuku Sözleşmeleri bağlayıcı değildir.

Yani, Türkiye, “hakkaniyet (hakçalık)”, “orantılılık”, “kapatmama” ve “kesmeme” gibi esnek ilkeleri de bünyesinde barındıran “örf ve âdet hukuku” ile hareket etme özgürlüğüne sahiptir.

Yunanistan ise, bir “paket anlaşma (package deal)” niteliği taşıyan, ama “hakkaniyete uygunluk” kuralını zorunlu tutan 1982 Sözleşmesi ile kendisini bağlamıştır.

Yani, karasularında bir üst sınır olan 12 mil “hakça” değil ise, -ki değil- uygulanamaz. Yine de Yunanistan, 1982 Sözleşmesi’nin “Yunanistan’ın takımada devleti olmadığını” anlatmasına rağmen, kendisine takımada rolü biçerek Adalar (Ege) Denizi’ni kapatmaya çalışmakta; karasuları genişliğini, en üst sınıra artırmak için hazırlanıp ön uygulamalara girişmektedir.

1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin imzacıları, sözleşmeden kendi çıkarlarına uymayan hükümleri eleyerek sadece kendi seçtikleri maddelere göre hareket edemezler. Üstelik Yunanistan’ın “örf ve âdet” hukukunun arkasından dolanması da mümkün değildir.

Günümüzde, bitişik kıyılara sahip devletlerin yalnızca %51’i, “eşit uzaklık” ilkesini kullanarak deniz sınırlarını belirlemişlerdir.

Bunun anlamı şudur: Saçma sapan haritalar yayan Yunanistan’ın peşinde koştuğu “eşit uzaklık” kuralı, hakça sonuçlar veremediği için, “örf ve âdet hukuku”nda uygulanabilir bir kural değildir”.

Öyleyse, zaten 1982 Sözleşmesi’nde de zorunlu olmayan “eşit uzaklık” metodu, Yunanistan tarafından uygulanamayacağı gibi, Türkiye’nin de uygulamak zorunluluğu bulunmamaktadır.

Yunan adaları ile Türk anakarası arasında eşit uzaklık hattıyla çizilmeye çalışılan deniz sınırları, hukuksuz Yunan dayatmalarıdır ve Türkiye’nin açık denizlere erişimini kapatma amaçlıdır. Uluslararası hukukun “hakça” yorumu, Adalar (Ege) Denizi’ndeki tüm deniz sınırlarının anakaralar arasında belirlenmesini gerektirir.

Türkiye, “Ey Yunanistan, Adalar (Ege) Denizi’ne çıkışımı kapatma girişimlerinden vazgeçmeni sabırla bekliyorum.” tutumunu daha ne kadar sürdürebilir? Türk Hükûmeti; Yunanistan’ın “Madem Türkiye’den toprak alamıyorum; o zaman, Türk deniz vatanının ele geçiririm.” şeklindeki işgalci tutumunu, görmezden gelemez.

Adalar (Ege) Denizi’nde, akıntıya bırakılan deniz yetki alanları hukuksuzluğunu çözmenin “zor kullanmak”tan daha gerçekçi bir yolu yoktur.

Kanımca, bırakın “takımada” sahteciliğini; Yunan Adaları’nın 12 mile çıkarılmaya çalışılan 6 millik karasularına bile, gereğinden fazla katlandık. Madem ki Yunanistan, Lozan dengesini, 1931’de bozdu; biz de, Lozan dengesini -kendi çıkarımıza uygun şekilde- bozalım ve Adalar (Ege) Denizi’nin tarafların “eşit” olarak faydalanabileceği bir denize dönüşmesini zorlayalım. Önce karasuları ile başlamak lazım…

Kafamdaki “eşitlik” temelli dengeye göre; Adalar (Ege) Denizi’nde anakaralar arasında çizilecek orta hattın doğusunda (yani, ters tarafta) kalan Yunan Adaları için yarım mil karasuları genişliği bile çoktur.

Tartışmamız gereken konu, Doğu Ege Adaları’nın etrafında Yunanistan’ın ilan etmesine izin verilebilecek deniz güvenlik sahasının 100 metre mi, 500 metre mi yoksa 1.000 metre mi olacağıdır.

Bence, Adalar Denizi’nde kendi deniz yetki alanlarımızı ilan edelim; Yunanistan’ın Adalar (Ege) Denizi’nin doğu yarısında deniz yetki alanının bulunmadığını ve tanınmayacağını nota ile bildirip uygulayalım.

Biz düşüneceğimize Yunanistan düşünsün; hakkımızı çalamayacağı için, Yunanistan, bize savaş açmak isterse, buyursun “Hodri Meydan!”…

Yunanistan Adalar Ege Türkiye BM