Dolandır(ıl)ma mevsimi
Son yıllarda dolandırıcıların mı yoksa dolandırılanların sayısında mı bir artış oldu? Ya da dolandırıcılığa konu olan rakamlar mı büyüdü? Saymaya kalksak köşe yazısını vakaların listesi haline getirmek gerekecek. İlk akla gelen ve kamuoyunu meşgul etmiş olanlara bakalım: Çiftlik Bank olayı henüz taze sayılır. Dilan Polat vakası sürüyor. Seçil Erzan olayı herkesin malumu. En son İzmir’de holding sahibi Sedat Ocakçı haberi gündeme düştü. Bunlar vurgun yapanların en büyükleri. Bir de aynı yolu takip etmekle birlikte, tokatlayabildikleri meblağlar daha ‘mütevazı’ kaldığı için ulusal gündeme kadar tırmanmayan yerel dolandırıcılık vakaları var. Bu arada unutmadan söyleyelim, cep telefonlarımıza sık sık “Kendini savcı, polis diye tanıtanlara dikkat!…” diye uyarı mesajları geliyor, o da ayrı mesele.
Yakın tarihimizde iz bırakmış Sülün Osman, Güney Zobu (Raki) veya Selçuk Parsadan gibi dolandırıcılarımız olmuştu. Bunlar psikolojik dengelerini korumak için kendilerince bir mazeret ileri sürerlerdi. Yoksulları değil, gözü doymamış olanları, haksız kazanç peşinde olanları soyuyorlardı falan…
Bu kez durum biraz farklı görünüyor. Dolandırıcılık ağı genişledi, organize hale gelmeye başladı, çeteleşti. Hal böyle olunca ağa takılanlar seçilmiş hedefler olmaktan çıktı. Zengin, orta halli veya yoksul demeden kim varsa hedef haline geldi.
Meselenin arz ve talep olmak üzere iki yönü bulunuyor. Bir tarafta dolandırıcılar var. Onları çözmek görece daha kolay. Arzu edilen kaynaklara erişebilmenin meşru yolları daraldığı zaman, aynı hedeflere meşru olmayan yollardan ulaşmak isteyenler olur. En zayıf halkadan başlayarak ahlaki değer sisteminden kopuşlar olur. Kaynaklara meşru olmayan yollardan erişme çabası, herkesi yeteneğine ve gücüne göre etkiler. Kimisinin gücü elektriği kaçak kullanmaya yeter, kimisinin küçük çaplı vergi kaçırmaya. Aramızda bazıları ise daha cesur, yetenekli ve hırslı olduklarından daha organize işler çevirmeye yönelirler.
Hem dolandıranı, hem dolandırılanı besleyen ortak bir zemin var: Tüketim toplumu; yani mutluluğu tüketmekle ilişkilendirmiş toplumsal ilişkiler sistemi… Bu zemin, nasıl olup da milyarlarca lirası olanların bile daha fazlasını kazanma hırsıyla ponzi sistemine büyük paralar kaptırabildiklerini açıklayan ilk etken. Eğer milyar liranız yoksa olması için hırslanıyorsunuz. Çünkü o zaman sizi daha mutlu edecek bir tüketim yeteneğine kavuşacaksınız. Yok, eğer on milyar liranız varsa, yüz milyar liranızın olmaması sizi mutsuz ediyor. Çünkü o kadar parası olanların tüketebildikleri şeylere siz ancak belki bir-iki kere ulaşabiliyorsunuz.
Tek sebep bu değil elbette. Sosyolojide kuralsızlık (anomi) denilen koşulları eklemek gerekiyor buna. Üretimden kopan, istihdam yaratamayan, iş bulmayı başarmış olanlara tatmin edici gelir sağlayamayan, ama bir taraftan da çok kazanmayı, bir biçimde zengin olmayı kışkırtan, öven, model olarak gösteren bir sistemde kimse “fakir ama mutlu” olamaz, olmak da istemez. Toplumsal ahlak değerlerinin çözülmesine yol açan bu çelişkiyi, muhafazakârların zannettiği gibi topluma dindarlık pompalayarak da çözemezsiniz. Aksine, bir süre sonra “dindar dolandırıcılar” üretirsiniz. Neyin doğru olduğuna karar vermemizi sağlayacak ortak değer sistemini ayakta tutan şey ekonomik, siyasal ve toplumsal koşullardır. O zemin bel verirse ortak değer sistemi “ortak” olmaktan çıkar, kuralsızlık başlar.
Kuralsızlık ortamında bireyler şöyle düşünecek cesareti bulurlar: “Yaptığım şeyin yanlış olduğunu kim iddia edebilir; neye göre yanlış; siz kim oluyorsunuz da bana yaptıklarımın doğru olmadığını söylüyorsunuz; önce kendinize bakın” ya da “evet, yanlış olabilir ama zaten kim doğru ki!..” Kuralsızlık ortamına nasıl geldik? Nasıl oldu da, dolandırıcılar kadar dolandırılanların da sayısı bu kadar arttı? Ve neden bu sorunu insanlara nasihat vererek ya da okullarda değerler eğitimi verip, cemaatleri devletleştirmenin önünü açıp insanları daha ‘imanlı’ hale gelmelerini sağlayarak çözemeyiz?
Tartışmaya devam edelim.