Dudaktaki son damla
Çıkmaz sokaklardan birinde onlarca binaya komşu olan bir orman vardır. Bu ormanın bulunduğu mahallede çok sayıda geniş yeşil alanlar olmasına rağmen, orman olarak adlandırılan tek yer burasıdır. Orman ismini bölgeden almaktadır. Küçük bir eğlence merkezinin bulunduğu yer olan Böhmischer Prater ile Laaerberg Caddesi arasında yer almaktadır. Bölge ve orman adını Bohemya ve Moravyalı tuğla işçilerine borçludur. Avusturya’nın ilk göçmen işçisi sayılan Bohemya ve Moravyalı işçiler için eğlence merkezi olarak 1880 ve 1890 yılları arasında kurulan bölgedir burası.
Viyana kentinin Favoriten Mahallesinde bulunmaktadır orman ve adı Laaerwald’dir. Viyana kentinin en büyük mahallesi olan Favoriten’nin güney doğusunda ikamet edenlerin uğrak yeridir. Mahallenin yaşlısı, genci vakit geçirmek, temiz hava almak, koşmak yürümek için burayı özellikle hafta sonlarında dolup taşırırlar. Burada yırtıcı hayvan bulunmamaktadır ama hayvanlar vardır. Yalnız günün sakin saatlerinde tavşanlar, ceylanlar, ördekler ve keklikler görülebilir. Bu hayvanların dışında kuşlar da vardır, adeta kuş cennetidir. Bin bir çeşit kuşlarının cıvıltısında müzik dinlemek ihtiyacı duyulmaz. Ancak kuş cıvıltılarına ve ağaçların rüzgârda çıkartmış oldukları melodiye rağmen insanlar yürüyüş ve koşularda kulaklıklarla dış dünyaya kapalıdırlar. Kendi yalnızlıkları içinde müzik dinlerler. Burası, kuşların çeşitliliğini korumak ve diğer hayvanların rahatsız edilmemesi düşünülerek, doğal koruma altında bulunmaktadır.
Sadece yukarıda saydığımız hayvanlar görülmez, zaman zaman yılanlar da yol boyunca koşu ya da yürüyüşe çıkmışlardır adeta. Kör yılanlardır onlar, hisleriyle hareket ederler. Güneşli günlerde yolun ortasında çoğu zaman hareketsiz bir şekilde beklerler. Birinin geldiğini hissettikleri anda oradan ağaç ve çalıların arasına kaçarlar.
İkamet bölgesi ve eğlence merkezinin ortasında, dahası milyonluk bir şehirde böylesine bir ormanın bulunması lükstür. Buraya yakın bir sokakta ikamet edenler kendilerini şanslı hissederler. Şehrin içinde olan bu ormanda iki de gölet bulunur. Birisi gökyüzünün mavisinin suyuna yansımasıyla gölün yüzeyi masmavi bir renk kaplar. Bu görüntüsünden dolayı da Mavi Gölet ismiyle bilinir. Bu Mavi Göletten (Blauerteich) başka bir de tereyağının yüzeyi gibi dümdüz ve kıpırtısız ikinci bir gölet daha bulunur ormanda. Bu gölet de tereyağının düz ve pürüzsüzlüğüne benzetildiğinden Tereyağı Göleti (Butterteich) adı verilmiştir.
Hayvanlardan ve göllerden başka çeşit çeşit ağaç ve çalılıklar bulunur.
Bir taraftan ikamet bölgesi ve diğer taraftan ise lunapark arasında kalan bu orman geniş bir alana yayılmıştır. Ormanın diğer cephesinde ise futbol sahası ve çocuk kreşi bulunurken, güney doğusu geniş tarlalara sınırdır. Bu tarlalarda her yıl farklı ürün alınır: Pancar, buğday, arpa ve kolza bunlardan başlıcalarıdır. Ormanın genişliği 40 hektar kadardır, bunun 3 hektarını göletler oluşturmaktadır.
Piknik yapılması ve ateş yakılması yasaklanmıştır. Sadece kahvaltısını, içeceğini ve sandviçini alıp gelenler, salıncaklar arasında bulunan masalara örtülerini serer, günün tadını çıkarmaya çalışırlar. Orman her mevsimde güzeldir. İlkbahar’da yeşilin her tonuyla insanları kendisine çekerken, yazın sıcağında ağaç gölgesinde serinlemek isteyenlerin uğrak yeridir. İlkbahar'da kimileri tanıdıkları otları ormanın içerisinde arar, bulur, toplar ve onları çantalarına doldururlar. Ot dolu torbalarla mutfaklarının yolunu tutarlar. İlkbahar'da laleler, sümbüller, kardelen ve çiğdemler ağaçlar arasında onlarla yarışırcasına başlarını güneşe doğru kaldırırlar. Çekine çekine de olsa, toplayabildiğim kadarıyla bir demet oluşturup sevdiklerime armağan veririm. Göremediğim sevdiklerime ise o çiçekleri okuduğum kitaplar arasında kuruttuktan sonra sunarım.
Yazın geyik sesleri ve ağaçların dallarından gelen fısıltılar ayrı bir güzellik katar çevreye. Sonbahar ve kış ayları en güzel zamandır. Özellikle doğanın sunmuş olduğu sonbahar renkleri insanlara mutluluk verir. Kışın kar yağarsa, karlı günlerde beyaz inciler ağaçların dallarını aşağıya kadar indirir, gelene geçene adeta selam durur. Kışın karla birlikte masalsı hava yaşanır.
İşte bu güzel ortamda, oturup serinliği ve ormanın kendisine has havasının tadına varanların dışında, en çok da yürüyüşçüler ve koşucuların mekanıdır. Ben de bu kategoriye dahilim. Zamanın, bacaklarımın ve yüreğimin izin verdiğince haftada iki üç defa bazen daha fazla ormana çıkar, koşmaya çalışırım. Bu ormanda kaç koşu ayakkabı eskittiğimi ve ne kadar kilometre yaptığımı bilmiyorum. Bildiğim iki şey vardır ki, ormandaki yürüyüş yolunun her taşını bilirim ve her santimetrekaresini terimle sulamışımdır.
Yine koşuya çıktığım sakin ve serin bir gündü. Günlerden 28 Temmuz. Bir iş arkadaşım aradı. Ortak bir dostumuzun ertesi gün doğum günü vardı, hatırlatıyordu: “Unutma haa” diyordu tehdit edercesine. Bu, “Unutma haa” uyarısından sonra doğum günü kutlamasına ait kelimeler arıyordum. Güzel ve söylenmemiş sözcükler bulmalıydım. Hiç dile gelmemiş kelimeler olmalıdır düşüncesiyle yoluma devam ederken, güzergahımda birinin yerde yattığını, onun başında da iki kişinin olduğunu, yerde yatanla ilgilendiklerini gördüm. Bu neydi neci değildi derken bir yüz metre kadar sonra yanlarında buldum kendimi. Ufacık tefecik yaşlı bir kadın yerde boylu boyunca yatıyordu. Bir genç hanım, orta yaşın üzerinde bey yerde yatan yaşlı hanıma sesleniyorlar ve onu canlı tutmaya çalışıyorlardı. Ben de kaldım, gerekli olabilirdim. Cankurtaran çağrılmıştı. Ormanın içinde daha sonra yanımıza gelen diğer insanlar yapacak yardımın olup olmadığını soruyorlardı. Ormanın giriş kapılarında cankurtaranı yönlendirilebilirlerdi. Kapılara koştular. Genç hanım bacaklarını biz ise kafasını tutuyor, konuşmaya çalışıyorduk. Su şişesi yanı başındaydı, yeşil çerçeveli gözlüğün camı çıkmış, cam bir tarafa gözlük başta tarafa fırlamıştı. Tökezlemiş ve düşmüş diye düşünüyorduk. Ufacık suratının ortasındaki mini minnacık burnun göz hizasının yaklaşık bir santim altında ince bir kan sızıyordu. Bacaklarda kan izleri vardı, ancak fazla bir kan yoktu. Zaten ufak tefek yaşlı hanımın kanayacak kanı da kalmamıştı. “Su içer misin” diye sorumuza kafasını hafiften sallayarak cevap veriyordu. İki defa azar azar su içmesini sağladık. Gözler açılıp kapanıyor ve hızlı hızlı nefes almaya çalışıyordu. Ağzı kurumuştu, son kez şişeyi dudaklarına götürüyorum. İçemiyordu, ağzı hızlı hızlı alınan nefesten olsa gerek kurumaya başlamıştı. Suyu içemeyen hanımın dudaklarını ellerimle ıslatıyorum, dudaklarını kırmaştırıyor. Bu hareketi birkaç defa tekrarlıyorum. Bu onun dudaklarına değen son su oluyor.
“Cankurtaran hala gelmedi” diyoruz. “Normal durumlarda çok çabuk gelirdi, nerede kaldılar bunlar?” diye birbirimize soruyoruz. Bir müddet sonra köpeğiyle bir adam yaklaşıyor yanımıza. Köpeğin girmesinin yasak olduğu burada bu adam köpekle ne arıyor diye sormaya kalmadan, “Ben doktorum, beni buraya yönlendirdiler” diyor. Nabız, el, kol ve boğazdan atar damar kontrolleri yapıyor. “Felç geçirmiş” diyor. Bu sözlerden sonra “Yapacak bir şey kalmamıştır” demesinin üzerinden dakikalar geçmemişti ki o küçücük vücut hareketsiz kaldı, kıpırdamıyordu artık. Birkaç dakika sonra cankurtaran, hem de iki araç dolusu sağlıkçı geldi. “Geç kaldınız, hem de çok geç” diyoruz. Bu andan itibaren dar bir alan olan yerde kalabalık yapmamak için ayrılmak gerekiyor, öyle de yapıyorum. Ayrılırken de yaşlı hanımla ta başından itibaren ilgilenen beye teşekkür ediyorum. O da bana, “Yardımızın için ben de size teşekkür ederim” diyor. Bir iki tur daha koştuktan sonra ormanın içinin polis araçları ile dolduğunu görüyorum. Sağlıkçılara soruyorum, acaba bir mucize oldu mu diye. Cevap “Hayır” oluyor.
Ertesi gün doğum günü olan dostumuzu hatırlıyorum. Son yudum suyu verdiğim yaşlı hanımın ömründen kesilen sürenin, doğum günü olan dostumuza diliyorum içimden. Ömrümde ikinci kez bir insanın son nefesini verdiği anda onların gözlerine bakmanın ve yanlarında olmanın üzüntüsüyle evime dönüyorum.