Edebiyat zaferin tanığıdır!
30 Ağustos’a 3 gün kaldı. O günü sağlıklı bir biçimde değerlendirmek için dönemin koşullarına, toplum yapısına, siyasal işleyişe bakmak gerekir. Bunları tarih anlatır ama edebiyat kadar açık, dürüst, hesapsız veremez. Çünkü her devletin resmi bir tarih anlayışı vardır. Yazar, ülkesinde yaşanan önemli bir olayı değerlendirmekle kalmaz; edebiyat eseriyle kalıcılığını sağlar, ulusal kimliğin oluşmasında etkili olur. Kuru tarihi, gelecek nesillere aktarmanın etkili yolu edebiyattır.
Millî Mücadele Dönemi edebiyatının hızlıca ortaya çıkmasında, Garp Cephesi Kumandanlığına bağlı kurulan “Yunan Mezalimi Tetkik Heyeti’nin payı vardır. Bu heyet, 1921’de Sakarya Meydan Muharebesi’nde yenilgiye uğratılan Yunan ordusunun Anadolu’dan çekilirken yaptığı kıyımı dünyaya duyurmak için İsmet Paşa tarafından görevlendirilir. Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Falih Rıfkı Atay, Mehmet Asım Us’tan oluşan heyet, gözlemlerini raporlaştırır. 30 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz’la Kurtuluş Savaşı kazanıldığında, bu yazarların coşkularını saklaması mümkün değildir.
Falih Rıfkı Atay, “Çankaya” Kitabında Anlatır:
“Gazeteye geldiğim vakit, Anadolu’nun birdenbire kapandığını söylediler. İstanbul ve Türkiye’nin işgal altındaki köyleriyle, memleketin öbür kısmı arasında hiçbir temas yapmaya imkân yoktu. …Bütün günümüz, adeta merak sancısı içinde geçti. Yalnız yemekten değil, düşünmekten kesilmiştik. …Nihayet Rumca gazetelerde ilk rivayetler çıktı, biz, taarruza geçmiştik ve başımızı Yunan ordusunun çelik kayasına boş yere çarpıp duruyorduk. Türk ordusunun bir taarruz savaşına giremeyeceği fikri, bizim kuşağımız için değişmez gerçeklerden biri idi. Ordumuzun kahramanlığına bel bağlardık, fakat onun ancak dayanma mucizeleri verebileceğini sanırdık.
…Zaman geçtikçe umutsuzluğumuz arttı. …Ya hiçbir şey yapamadıksa ya geriledikse? Mustafa Kemal’e kızanlar ağızlarını açmışlardı bile... Akşam üstü gene beynimizin içinde aynı burgu, kalbimizin içinde aynı ağrı Büyükada’ya gidiyordum. ...İçimizdeki sorunun, kimseden aramaya cesaret edemediğimiz cevabı kendiliğinden yayılıverdi:
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa bütün karargâhı ile esir olmuş... Keder insanları öldürmez derlerse, bu söze inanınız. Kalp denen şeyin ne dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu ben, o akşam üstü Büyükada vapurunun güvertesinde ögrendim.
…Ölümü bir uyku, rahat bir uyku gibi arayarak sabahı ettik. İlk vapurun en görünmez köşesine sığınarak, iki büklüm köprüye indik. Bütün Türkleri yas içinde bulacağımı sanıyordum. Meğer ne kadar soysuzluğa uğramışız. Acaba sokaktakilerin hepsi, şu veya bu muhipler cemiyeti üyeleri mi idi? Bizimkiler utançlarından evlerinde mi kalmışlardı? Bu gülüşler, bu çırpınışlar, bu el sıkışlar ne idi?
Meğer bütün karargâhı ile Başkomutan Mustafa Kemal değil, Yunan Başkomutanı Trikupis esir olmuş... Size, kalbin ne kadar dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu yukarıda söylemeseydim, burada söylerdim. Bir çocuk gibi sıçramaya başladım. Habere, havadise, telgrafa koşuyordum.
…Ben, ömrümde hiçbir edebiyat eserinde, ordulara ilk hedeflerinin Akdeniz olduğunu bildiren günlük emri okurken duyduğum zevki duymadım. Bu, bütün heyecanların üstünde bir heyecan veren, bütün şiirlerin üstünde bir şiirdi. Ne olmuştuk, biliyor musunuz? Kurtulmuştuk.”
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 31 Ağustos 1922’de İkdam Gazetesi’nde Şöyle Diyor:
“5-10 günden beri etrafımda birçok sesler, birçok sözler işitiyorum, fakat hiçbirine kulak asmıyorum. Gazetelerde birçok askeri mütalaa-ı münakaşada tesadüf ediyorum, fakat hiçbirini okumuyorum. Siz susuyorsunuz, düşman söylüyor. Türk askeri gelen noktadan felan hatlarımıza girmek teşebbüsünde bulundu. Mühim zaiyatla geriye püskürtüldü. Felan yerden mukabil taarruza geçtik, felan tepeye vuku bulan şiddetli topçu hücumları akim kaldı gibi haberler veriyor. Ben hiçbirine inanmıyorum. Kendi kendime diyorum ki: ‘İsmet Paşa Sivrihisar’ın kayaları dibinde bir mehtaplı gecede İzmir’de görüşürüz.’ demişti. Bugün, yarın fakat mutlaka, mutlaka İzmir’e gireceğiz.
Güzel İzmir, vuslat gününün yaklaştığını hissediyor ve kafes arkasından nişanlısının yolunu bekleyen bir ma’şuka gibi kalbi çarpıyor.”
Savaşın Ardından, Yazarların 1921’de Yaptığı İncelemeler “İzmir’den Bursa’ya: Hikâyeler, Mektuplar ve Yunan Ordusu’nun Sorumluluğuna Dair Bir Tetkik” adı altında 1922’de Yayınlanır
Anılarla iç içe geçmiş hikâyeler, Millî Mücadele Dönemi Edebiyatı’nın temel romanlarının taslağını oluşturarak “kurucu metin” işlevini görürler. Halide Edip, Kurtuluş Savaşı’nı anlatan ilk roman kabul edilen Ateşten Gömlek’i bu hikâyelerden yaratır. Savaş bitmeden romanı yazmış, roman 1923’te yayınlanmıştır. Yakup Kadri’nin 1936’da yayımlanan Yaban romanının başında bir heyet tarafından “o viranelerde taşlar altında kömürleşmiş insan kemiklerini araştırırken arasından yırtılmış ve kenarları yanmış bir defter bulunduğu” nu söylemesi sadece bir kurgudan ibaret değildir.
Bunları Aka Gündüz’ün Dikmen Yıldızı, Tarık Buğra’nın Küçük Ağa, Mehmet Rauf’un Halas, Peyami Safa’nın Süngülerin Gölgesinde, Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı, Tanpınar’ın Sahnenin Dışındakiler, en son Turgut Özakman’ın Şu Çılgın Türkler gibi romanlar izler.
Diyorum ki, popüler edebiyattan kafamızı kaldırıp bu insanlara kulak versek, bu romanları okusak!