01 Ocak 2025 Çarşamba
İstanbul
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Edebiyatımızda tehlike nerede?

Damla Yazıcı

Damla Yazıcı

Eski Yazar

A+ A-

Öz ve biçim tartışması bir dönem edebiyatın en temel konusuydu. Modern edebiyatın “çığır açıcı”, “görülmedik” yapılar denemesi ve edebiyat ortamına ideolojik olarak egemen olan neo-liberal hareketlerin de bu edebi hamleleri palazlamasıyla geçmişin en temel konusu yavaş yavaş belleklerden silindi. “Renkler ve zevkler tartışılmaz” temeline indirgenen edebiyatta bu tarihlerden sonra edebiyat eleştirisinin de üstü çizilmiş oldu. Bugün adını anacağımız hangi edebiyat eleştirmeninin bir roman üzerine esaslı bir yazısını okuyabiliyoruz. Asım Bezirci, Fethi Naci kulvarının nesnel eleştiri anlayışını göremediğimiz gibi Nurullah Ataç gibi en azından “olmamış” diyebilecek öznel eleştiriye dahi rastlayamıyoruz. Birbirine bir zincirin halkaları ile bağlı bu sebeplerden dolayı, bugün gelinen noktada üretilen “edebiyat eserleri”, üzerine eleştiri dahi yapmayı hak edemeyecek hale geldi.

Ancak son yıllarda bu temelsiz, derinliksiz, salt biçimciliğin üretimine kafa yoran, “acayip” şeyler yapmanın peşine düşen ve bunları yaparken post-modern sanat eleştirisinin “dokunulmazlığı”na sığınan eserler teker teker sadece lise öğrencilerinin ve edebiyatı basit bir keyif alma aracı olarak gören bir kısım okura muhtaç kalıyor. Kalıcılık yitip gidiyor. Ancak birbirinin benzeri dergilerde varlıklarını sürdürebiliyorlar. Hatırlanacağı üzere Afili Filintalar adındaki oluşum üç dört yıl öncesine kadar edebiyat ortamında büyük bir rüzgar estiriyordu. Şimdi o rüzgardan geriye küçük bir toz bulutu kaldığı görülüyor. Peki bu yapının en önemli kalemlerinden biri olan Alper Canıgüz ve son kitabı üzerinden bu rüzgarın tüm yazarlarını, post-modern eleştirinin duvarının arkasından, saklandıkları yerde tek gözle ortalığı izlerken yakalayıp, meydana çıkarıp neler söyleyebiliriz?

YAŞAMIN ANLAMINI BİR CÜMLEYE SIĞDIRMAYA ÇALIŞMAK

Hepsi yaşamın anlamını bir cümleye sığdırmaya çalışarak ilerlediler kitaplarında. Neden bir yazar dünyanın anlamını bir cümleye sığdırmaya çalışır ki! Oysa yaşamın anlamını bulan değil, arayan yazar olmalı. Yaşamı iliklerine kadar duyumsayan ve insanı bu yaşamda erdem ile buluşturan, yozlaşmışlık ile savaştıran yazar olmalı. Dünyanın gerçeğini yüzümüze kağıt banknotlar gibi atan değil, ilmek ilmek işlediği, kuyu kazar gibi derinleştirdiği hikayesi ile aktaran yazarlara ihtiyacımız var. Edebiyat, dünyanın anlamını bulan cümlelere değil, insanı bulan romanlara muhtaçtır. Taşranın grisini, kentin kalabalıklığını, insanın insana ettiğini, ölümü, seviyi cümlelerce, sıkılmadan, gittikçe daha derine, daha çok cümleye yayabilen yazarları ölümsüz kılar.

Bunu başarabildikleri için Sabahattin Ali kitaplıklardan inmiyor, Nazım Hikmet aklımıza çivi gibi çakılıyor, Yakup Kadri'ye dönüp dönüp bakılıyor. Peki Alper Canıgüz’ün “Kan ve Gül”ü ne olacak? Kitabın editörü Murat Menteş ile Canıgüz'ün gerçekleştirdikleri röportaj bittikten sonra ve üzerinden yıllar geçince, bir temel kitap olabilecek mi? Bugün adlarını her yerde duyduğumuz yazarlarımız hangi yazarları yahut edebiyat anlayışını kendilerine bir çıta olarak belirliyor. Yazdıklarıyla onları aşabildiklerine inanıyorlar mı? Bugünün edebiyatçısının önüne koyması gereken en önemli soru budur.

Farklı olanı yaratmaya, özgün şeyler yakalamaya ve çağının dilini bulmaya çalışmak elbette her yazarın önünde duran bir yol, ancak bugün yazarımızın sorunu çağının dilini bulmaya çalışırken onu daha çok kaybetmesi, özgün bir şey yaratayım derken "anlamsız" bütünler çıkarması sorunudur. Alper Canıgüz'ün kitaplarında da bu görülmektedir. Fantastik olanla gerçek olanı birleştirdiğini söylüyor yazar. Oysa farketmelidir ki, gerçek olanı fantastikle birleştirirsen orada gerçeklikten bahsetmek artık mümkün değildir. Ancak yazarlarımız zannediyorlar ki kırmızı ile maviyi karıştırırlarsa ortaya gene kırmızı ile mavi çıkacak, oysa karşımıza çıkan kirli bir mordan başkası değildir.

'ACAYİP' BİR ROMAN VE BİÇİMCİLİK

Alper Canıgüz de bu açmazın ürünlerini veriyor. “Var olanı bir biçimde tekrarlamak daha riskli geliyor bana. Edebiyatın giderek arkaik bir sanat haline gelmesi gibi bir tehlike varken -ve evet, bunu bir tehlike olarak görüyorum- yeni bir şeyler denemek, orijinalite arayışında olmak hem gerekli ve galiba hem de değerli bir çaba.” diyen yazar temel tartışma biçiminde romanı çökertip “yeni”, “acayip”, “insanı şaşkına çevirecek” bir şey üretmenin peşine düşerken bunu “uzaylıların gezegenimizdeki başvekili konumunda bir teyze” ile yapıyor. Karakterlerin ve olay örgüsünün içinden anlamlı ve bağlamlı olmayı, neden sonuç ilişkisini çıkarıyor. Her şey bağlantısız bir şekilde gökten yağıyor. Tepemize düşen ve birbirini unutturan olaylar ağında hatırlanmayacak “acayip” bir “şey" ortaya çıkıyor böylece.

“Kan ve Gül” giriş sayfasında Cahit Sıtkı Tarancı alıntısı ile başlıyor, sonra okuru 70’lerin şarkıcısı İskender Doğan’ın “Kan ve Gül” isimli kuru temizleme dükkanı ile tanıştırıyor, baş karakter mütercim tercüman Aziz’in zamanda geriye, üniversite yıllarına dönmesiyle kitap Aziz'in geçmişin peşinde geleceği aradığı bir cinai hikayeye dönüşüyor. Ancak sıradan bir polisiye hikaye değil bu, henüz gerçekleşmemiş bir cinayetin hikayesi. Kitap kapağında da belirtildiği gibi bu kurgu ve gerçek alaşımı, “kara dejavu” olarak tanımlanıyor. Kitabın her bir bölüm adı Nirvana şarkılarından oluşuyor. “Acayip” bir polisiye yaratımıyla, her şeyin, her an ve herkesten bağımsız bir şekilde tepeden düşebildiği akışla ilerleyip, alışılmışın dışında, “yeni model” bir yazar biyografisi ile son buluyor. Yazar benzer argümanlarla dolu ilk ses getiren kitabı “Rencide Ruhlar ve Oğullar”da hafızalarda kalacak olan bir Alper Kamu karakteri yaratabilmişti en azından, oysa “Kan ve Gül”de böyle bir karakter de bulamıyoruz. Öyleyse "roman"ı yıkmaya ve yeniden inşa etmeye çalışan, ancak bunda da başarılı olamayan bu kitabı neden okuyalım?

TEHLİKE BURADA

Yukarıda yazarın edebi anlayışını ortaya koyduğu cümlelerde karşı olunan "arkaik sanat"tan kasıt nedir? Elbetteki açıktır, post-modern edebiyatın klasik edebiyata açtığı savaşın çıkış noktasıdır bu. Öyleyse Canıgüz Sabahattin Ali'nin edebiyatına karşıdır, Reşat Nuri'ye, Tarık Dursun K.'ya, Yaşar Kemal'e, Fakir Baykurt'a, Orhan Kemal'e, Mahmut Makal'a... Yani bu toprakların bereketini kitaplarına eksiksiz izleklerle nakış nakış işleyen bir edebiyat anlayışına karşıdır. Bu edebiyat anlayışını tehlikeli görmektedir. Bu bağlamda tabloyu önümüze koyduğumuzda bizler Canıgüz'ün tehlike olarak gördüğü “arkaik” sanattan mı korkmalıyız yoksa bu kitaptan mı? Elbette bu kitaptan.

Kan ve Gül

Alper Canıgüz

April Yayıncılık

216 s.