Edebiyatımızın en ilginç romanlarından: ‘Nilgün’
Milli Mücadele ve Mustafa Kemal karşıtlığı nedeniyle “150’likler” listesine alınıp uzun yıllar sürgün yaşamı süren Karay, 1950’li yılların dünyasında sadece şıpınişi aşkların yaşandığına, gerçek aşka ve âşıklara rastlamak için yıllarca dolaşmak gerektiğine, ne kadar dolaşılırsa dolaşılsın koca İstanbul’da böylesi bir çiftin çok zor bulunacağına inanmaktadır. “Nilgün”, yazarın bu bakış açısısının da etkisiyle, Cemal Süreya’nın deyimiyle son derece “yıkıcı” bir aşk öyküsü ve benzersiz bir serüven getirir karşımıza. Karakterin hayli “arızalı” yanına rağmen o yıllarda doğan kız çocuklarına Nilgün adı verilmesi konusunda adeta patlama yaşanmış olması da romanın popüler etkisini gösterir.
İnkilâp Yayınları’nın 1029 sayfalık tek cilt versiyonundan (2009) okuduğum, sıra dışı bir aşk öyküsü sunan “Nilgün”, tümüyle Türkiye dışında, lüks yolcu gemilerinde ve Hindistan’ın, Singapur’un, Endonezya’nın, Hong Kong’un, Lübnan’ın, Fas’ın lüks otel ve köşklerinde geçer. İşin ilginci Karay, ayrıntılı biçimde anlattığı bu yerlerin hiçbirine gitmemiştir.
ÇÖKEN HANEDANIN BATAKLIK ÇİÇEĞİ
Sürgüne yollanan Osmanlı hanedanından bir prenses olduğunu iddia eden Nilgün ile tam bir “sergüzeşt”, Uzakdoğu ülkelerinde ticari mümessillik yapan, başından üç dört evlilik geçmiş, “beş kıtanın kadın kokusu”nu bilecek denli çapkın, Mustafa Kemal’in “memleket dışına attığı” 40’lı yaşlardaki bir adamın aşkıdır yüzlerce sayfa boyunca öykülenen. Kahramanımız iyi bir kumarbazdır ve jiu-jitsu bilmektedir. Nilgün, teyzesi olarak tanıttığı Dilbeste’yle birlikte zengin koca aramak ve hayatını kurtarmak için yollara düşmüştür. Bunu açık açık da ifade eder. Çöken hanedanı temsil eden bir bataklık çiçeği gibidir.
Baştan çıkarıcı güzelliğe sahip bu genç kadın “zevkinden de şerrinden de sakınılması gereken” bir sahte prenses, sürekli yalan söyleyen bir erkek avcısı ya da bir zamanlar akıl hastanesinde yatmış bir deli midir, yoksa gerçekten şefkatle kucaklanması gereken bir aşk nesnesi mi?
“Şimdi âşık, az sonra yalancı, bir müddet düzenbaz, arada alaycı ve insafsız, lakin daima kadın kalan” Nilgün’ün, kendisi de sevdiği halde âşığına bir türlü teslim olmayan “namuslu aşifte” olup olmadığına karar vermek, roman bitene dek okur için de gerçekten çok zordur!
“Kaplan avına çıkmak, Nilgün’le uğraşmaktan daha az tehlikeli!” diye düşünür, romanın ileriki sayfalarında adının Ömer olduğunu öğreneceğimiz kahramanımız. “Nil deli değil; fakat ben hiç şüphesiz aptal oldum, ahmağa çevirdi, kırk yaşında çocuk etti beni” diye geçirir aklından ve tam bir “ruh pörsümesi” içindedir.
BEYAZPERDEDE İKİ “NİLGÜN”
1937’de başlayan ve uzunca bir döneme yayılan, romanın bir bölümünde ayrıntılı biçimde anlatıldığı üzere bir tür “Amok koşusu”na da benzetilebilecek, Japonların esir kamplarına da uğrayan bu Refik Halit Karay serüveni, yayımlanmasından kısa süre sonra 1954 yılında sinema yazarı Sezai Solelli’nin senaryosuyla Münir Hayri Egeli tarafından beyazperdeye aktarılır. Erika Remberg’in Nilgün’ü, Cüneyt Gökçer’in Ömer’i canlandırdığı filmin kadrosunda Lale Oraloğlu, Bakiye Fayezof, Annie Ball, Atıf Kaptan, Şeref Gürsoy, Feridun Çölgeçen gibi isimler de yer alır.
Yıkık hanedandan arta kalanları iyi bir malzemeye dönüştüren, usta işi, uzunluğuna rağmen sürükleyici bir romandır “Nilgün” ama sinema macerası maalesef hayli sönük kalmıştır. Öyle ki ünlü edebiyat eleştirmeni Nurullah Ataç, “Okuduğum, gördüğüm bir şeyi pek zayıf, pek saçma bulursam, içime bir utanma gelir. Bu filmi seyrederken de öyle oldum. Bir iki yerinde değil, birçok yerinde, belki başından sonuna kadar” diye yazacaktır güncesine. Ataç, 1968’de Ertem Eğilmez’in çektiği, Kartal Tibet, Fatma Girik, Münir Özkul ve Önder Somer’li “Nilgün”ü ise iyi ki görme fırsatı bulamamıştır!
Önümüz yaz… Şu günlerde “dizi gibi” bir roman okumak isteyenlere “Nilgün”ü öneririm. Sonrasında çok merak ederseniz, filmler de aklınızda bulunsun.