Ekim Devrimi’nin sanattaki izleri
Sovyet Devrimi, üretim tarzıyla birlikte insanı da sınıflı toplum bireyinden sınıfsız toplum bireyine dönüştürmeyi üstlenince, sanat ve kültür bu dönüşümde belirleyici işlev yüklenir. İşçi sınıfının nicel büyüklüğünün bu dönüşüme tek başına elvermeyişi, başta köylülük olmak üzere, mülk sahibi emekçilerin bilinç ve davranış yönünden hızla devrimin potasında sosyalizme yatkın bireylere dönüştürülme ihtiyacına yol açar. Mayakovski ile birlikte pek çok şair ve yazar, devrimin kalıcı yapılar oluşturmasında sanatın gönüllü politik görevler yüklenmesini, gerekirse sanatı propaganda aracı olarak kullanmayı benimser. Daha sonra Gorki’nin de desteğiyle, Jdanov, “toplumcu gerçekçi” sanat kuramının temel ilkelerini önerir. Şolohov, başarılı romancı olarak bu kuramın somutlaşmasında, edebiyat ve sanatta etkili olmasında öncü ve kalıcı rol oynar.
GERÇEKÇİLİĞE TOPLUMSALCI AŞI
Cumhuriyet Devrimi’yle birlikte Türk toplumunun aydınlanma ve ulusal bilinç edinmesinde edebiyat, yöntem olarak Sovyet çizgisinden esinlenir. Rus gerçekçilerinin birbiri ardı sıra Türkçeye kazandırılmasıyla edebiyatımız insan ve memleket gerçeğini yansıtma yönünde önemli örnekler verir. Reşat Nuri, Halide Edip ve Yakup Kadri, yapıtlarında Cumhuriyet atılımlarının yaşama geçirilmesinde aydınları öncü katkılara özendirir. Başta Kuyucaklı Yusuf olmak üzere hemen tüm öykü ve romanlarında Sabahattin Ali, gerçekçiliğin toplumsal vurgusunu belirginleştirir. Sovyet Devrimi’nin ilk yıllarına tanıklığını şiirlerinde doğrudan işleyen Nâzım Hikmet, sanatın devrimci işlevini yüklenmiş ve sanata toplumsalcı aşıyı somutlaştırmış olur. Devrim yıllarında Rusya’dan izlenim edinme fırsatı bulan Muhsin Ertuğrul ise Lunaçarski, Meyerhold ve Stanislavski’yi yakından tanıyarak onlardan aldığı esinle Cumhuriyet tiyatrosunun temellerini atar.
ÜLKÜSELLİK VE YÜCELTME KİPİNİN SAKINCASI
Ahmet Oktay, Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları adlı oylumlu çalışmasında, sanatın bir program çerçevesine sığmayacağı gerekçesiyle, gerek Sovyetler’de gerekse Türkiye’de kuramdan yola çıkarak devrimin amaçlarını olumlu kahraman üzerinden topluma yansıtmayı yanlış bulur; ülküsel ve yüceltilmiş kahramanlarla insanların bilinç ve davranışlarını oluşturma yöntemini gerçekçilik ilkeleri açısından sakıncalı görür. Sanat, kalıplara sığacak bir iş değildir. Tersine, kalıpların kırılması ve aşılması ereği güder; ideolojinin ufukları dışında gerçekleşme ortam ve olanağını arar, yeni içeriği yetkin düzeyde sunmaya elveren söylem ve biçemler yaratır. Sanatın bu varlık nedeni ve koşulu, onun ideolojik ölçütlerle sınanıp sınırlanmasına aykırı düşer. Ülküsellik ve yüceltme kipi, sanatı daraltır.
TOPLUMCU GERÇEKÇİLİK AÇIK UÇLUDUR
Gerçek şu ki, Jdanov’un tanımladığı toplumcu gerçekçilik, daha ilk ortaya konduğu 1930’lu yıllarda Marksist edebiyatçı ve yazarlarca tartışılmış, sanatsal yaratıcılığın sonsuz yönelim ve açılım özelliğiyle bağdaşmazlığı sürekli vurgulanmıştır. Kuramın yetersizliği konusunda Aragon ve Neruda’nın cesur çıkışları, Brecht ve Lukacs’ın tartışmaları, Benjamin ve Adorno’nun yaklaşımları, Picasso’nun biçime ilişkin denemeleri ve ustaca yenilikleri toplumcu gerçekçiliğin aşınmasında etkili olmuş, gücünün kırılması sonucunu vermiştir. Sovyet sanatının devrim yıllarındaki atılım gücü, Avrupalı sanatçıların kişiliğinde ve yapıtlarında açık uçlu yorumlarla sürebilmiştir.
Toplumcu gerçekçiliğin Türk edebiyatındaki etkileri ve sonuçları üstüne Ahmet Oktay’ın ve başka eleştirmenlerin saptamalarında haklılık payı yok değildir; ne ki toplumcu gerçekçiliğin yalnızca yetersizlikleri üstünde durarak onu küçümseme çabaları, emperyalizmin postmodern tüketim kültürüyle Yeni Ortaçağ’ı hazırlama çabasının gözden kaçırılmasına da yol açmıştır. Konunun günümüzde de birçok yönden tartışılma gereksinimi yakıcı biçimde duyumsanıyor.