Ekrandaki anlamsız yüzler-(TAMAMI)
Bir zamanlar “Gazetecinin gazeteciye haber olması” olgusu pek geçerli ya da eski deyimle pek “makbul” sayılmaz, hatta gazeteciliğin etik kaygılarıyla pek bağdaştırılamazdı. Şimdilerde ise hem yazılı, hem de görsel basında en geçerli konulardan-kaynaklardan biri.
Özellikle ekranlardaki sohbet ya da ona benzer programların tümünde ve de kimi gazetelerin hafta sonu ilavelerinde nedense hep gazeteci gazeteciyi , program yapan, program yapanı ağırlıyor, öylesine bir ağırlama, öylesine bir al gülüm ver gülüm ki, giderek aynı günde farklı kanallarda hep aynı kişilerle karşı karşıya gelmek zorunda kalıyoruz. Neredeyse sohbet ve ona benzer programlarda bu bir gelenek halini alıverdi. Önceleri bu tür programlara “hoş ama boş” programlar derdik, şimdilerde ise hoşluğu bile tartışılır bir hal alarak tümden boş programlar olmaya başladı.
Elbette ki bu tür programlardaki konuklarının tanıdık-bildik yüz olup, düşünce üretmeseler de ağzı biraz laf yapanlardan seçilmesi doğaldır. Ama daha gerekli olan bir şey ise; en azından bu konukların bu programa çıkabilmesi ya da davet edilmesi için bir şey yapması, yani, yeni bir kitap, klip, film, oyun, sergi, ya da buna benzer bir şeylere imza atmış olmasıdır. Önceleri böylesine bir ilke güncellik nedeniyle titizlikle korunup gözetilirken, günümüzde ne yazık ki bundan da vazgeçilip, tüm konuklar neredeyse gelişi-güzel, ya da eş dost arasından hiçbir şey yapmamış, yapamamış olanlardan seçiliyor. Programı yapan kişinin, her programın girişinde “beni kırmadınız lütfedip geldiniz, ben de sizin programınıza gelirim” gibisinden bir şeyler söyleme gereği duymasında, sanırım bu gelişi-güzel, hiçbir olaya-olguya imza atmadan seçilmiş olmalarının da bir payı var.
Dekoratif bir öge gibi
Geçenlerde- hem de devlet televizyonunda- böylesine özelliklere sahip bir sohbet programını izlemek zorunda kaldım. Biri hariç sporla uzak- yakın ilgisi olmayan bir hanım, iki erkekten oluşan üç konuk vardı. Programın formatı ise yalnızca sunucunun hazırladığı arşiv görüntülerden oluşuyor, görüntü aralarında ise konuklara laf olsun diye bir şeyler soruluyordu. Programdaki bayan konuk ise futbolla uzak yakın ilişkisi olmadığını her halinden belli ediyordu. Öylesine belli ediyordu ki, program boyunca tek bir cümle kuramadı. Yalnızca diğer konukların anılarına gülerek, ya da onları başıyla onaylayarak katkıda bulundu. Ama hiçbir zaman “benim burada işim ne” gibisinden bir soruya yanıt aramadı. Programı sunan kişinin kendisine doğru dürüst bir soru yöneltmemesine rağmen. Programı yapan da mutluydu, hiçbir şey söylemeden yalnızca gülümseyen, bir başkalarını onaylamak zorunda kalan hanım da... Çünkü o da çok iyi biliyordu; ekranda yalnızca gözükmek, hiçbir şey söylemeden oturmak, bir başkalarına (yani bizlere) sanki “bakın yine karşınızdayım, beni hadi artık tanıyın, ben de ünlüyüm ya da oldum” dercesine, süzülerek, orada bulunma nedenini. Ama bu nedenin altında ezildiğini, pasifleştiğini, ekranda bir kez daha gözükme isteğinden, yalnızca dekoratif bir öge gibi orada kalakaldığını hiç ama hiç düşünmüyordu. Sunucu da aynı kanıda olacak ki, ne ona soru soruyor, ne de arada bir konuştuklarını dinleme zahmetine katlanıyordu. Garip ama gerçek, her ikisi de mutluydu. Ya da öyle gözükmeye çalışıyorlardı.(Üç gün içinde tamı tamına en az üç kez, farklı kanallarda bu yüzleri gördüm Kaçırdıklarım da olabilir)
Televizyondaki kimi sohbet ya da benzeri programlarda, tanıdık çevrelerden eş-dost ağırlanıyor. Özellikle de, hiçbir şey yapmamış, yapamamış olanlardan seçiliyor bu konuklar. Düşünmeleri, üretmeleri önemli değil, yakışıklı ya da güzel olmaları yeterli. Yeter ki yaşadıkları ülkedeki tüm olup-bitenlerden haberleri olmasın, söyleyecek, haykıracak bir şeyleri bulunmasın. Çünkü, stüdyoların ışıltılı ve pırıltılı atmosferinde yalnızca kameranın kendilerine odakladığı objektifleri önünde poz vermeleri, görünür olmaları önemli. Çünkü , “ekranlarda ne kadar çok görünürsek o kadar iyi” mantığının prim yaptığı bir dönemden geçiyoruz. Gerisi boş.