A+
A-
Eleştirinin sefaleti
Yayınlanma:
Güncellenme:
Bağlantıyı Kopyala
Bu sayıda sinema eleştirmeni Tunca Arslan’la son kitabı “Eleştirmenleri Vurun” üzerine kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik. Eleştirinin anlamı ve misyonu, ülkemizde eleştiri kültürünün gelişememesinin nedenleri üzerine konuştuk. Şüphesiz sanat ve kültür hayatımızın en yakıcı sorunlarının başında eleştiri konusu gelmektedir. Aydınlık Kitap olarak Türkiye’deki toplumcu eleştiri geleneğinin mirasını farklı sayılarda irdeleyerek, eleştirel düşüncenin üzerindeki ölü toprağından kurtulmasını amaçladık. Böylesine köklü bir sorunu birkaç yazıyla kamuoyunun önüne koymanın tek başına yeterli olmadığının farkındayız. Ne var ki eleştiri kültürümüzün zayıf kalmasında en temel sorunumuz olan fikirsel süreklilik anlayışının olmayışı, herhangi bir fikrin kamuoyunda çeşitlenerek derinleşip bir literatürün ortaya çıkmasına engel olmaktadır. Bir fikri bütün boyutlarıyla kendi bağlamları içinde tartışmak, düşünsel disiplin ve bakış açısı gerektirmektedir. Ne yazık ki bu temel donanımlara sahip çok az eleştirmenimiz var. Bundan dolayı fikirsel bütünlüğü ve odağı olan bir eleştiri de, kolayca anlamından ve bağlamından koparılarak amacına ulaşamamaktadır.
ELEŞTİRİ: KURMAK İÇİN YIKMAK
Eleştiri yazınının ortaya çıkmasında politik hedefler her zaman itici bir güç olmuştu. İlk modern sanat eleştirilerini kaleme alanın Aydınlanma’nın radikal düşünürü Diderot olması tesadüf değildir. Sanatın kiliseye ve aristokrasinin şatolarına hapsedilmesine karşı mücadele, Aydınlanma ile birlikte sanatın monarşinin akademik kriterleri içinde sıkışıp belli bir azınlığın zevkine sunulmasına karşı da mücadele demekti. Monarşinin ve kilisenin şekillendirdiği topluma karşı yeni bir toplum ideali olduğu için Diderot, eleştiri yazıları kaleme almıştı. Yeni bir toplum özlemi ancak yeni estetik normlarla ortaya koyulabilirdi.
Aynı şekilde Marx ve Engels, burjuva toplumuna karşı yeni bir toplum ideallerini ortaya koyarken eleştiri yazıları kaleme almışlardı. Marx ve Engels’in birlikte kaleme aldıkları ilk eser “Kutsal Aile”dir. Bu kitabın alt başlığı ise “Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi”dir. Marx ve Engels yaşadıkları dönemde öne çıkan edebiyat eserlerini ve estetik beğenileri en ince ayrıntısına kadar incelemişlerdi. Yeni bir toplumu müjdeleyen Marksizm, bu eleştiri yazınıyla kendi kimliğini yaratmıştı.
Bugün “eleştirinin sefaleti”, yeni bir toplum idealinin yoksunluğundan kaynaklanmakla birlikte sanatın geçtiğimiz yüzyılda yaşadığı kırılmalarda da etkendir. Sanatın anlamı ve misyonunun değişmesiyle birlikte eleştirinin de konumlanışı değişmiştir. Klasik estetik anlayışta, sanatın misyonu insanların ruhlarını yüceltmek, onları erdemli kılmaktı. Antik Yunan’da tragedyalardan insanlara erdemli yurttaş bilinci kazandırması bekleniyordu. Aristoteles “Poetika” eserinde, tragedyalardan beklenilen bu misyonları irdeleyerek, bir anlamda klasik eleştiri yazınını başlatmıştı. Sanata ve sanatçıya kılavuzluk etme misyonunu benimseyen Aristotelesçi eleştiri geleneği Baudelaire’e kadar önemli ölçüde etkisini sürdürmüştü.
Baudelaire ile birlikte sanatın ve sanatçının konumunun değişmesine paralel olarak eleştirinin konumu da değişmişti. 1848 Devrimi yenilgisi sonrası sanatın rotası keskin şekilde kırılır. Sanatın ve sanatçının misyonu artık bireyi ve toplumu “iyileştirmek” değildir. Sanatçı artık toplum karşıtı şekilde konumlanmış ve eserlerini de içinde bulunduğu toplumu sarsmak, yıkmak amacıyla üretmektedir. Burjuva toplumunda herhangi bir yenilenme ve dönüşüm ümidi kalmayan sanatçı artık eserleriyle insanları sarsıp şaşırtmayı amaçlamaktadır. Yeni toplumsal ilişkilerin, yeni estetik normların sanatın görüş açısından çıkmasıyla sanatçı aynı zamanda kendisinin eleştirmeni olmuştur. Baudelaire’in şiirleri tüm toplumsal normları yadsırken hangi eleştiri Baudelaire’den daha “yıkıcı” olabilirdi? Baudelaire sadece geleneğini değil çağdaşı olan sanatı da reddetmişti. Baudelaire ile başlayan sanatın özerkliği fikri, takipçileri tarafından en uç noktalara taşınarak, sanatın kendisini dahi yadsıma noktasına kadar götürülecekti. Baudelaire’in etkisindeki 20. yüzyıl avangardları sanat karşıtı “anti sanat” anlayışını savunacaklardır.
Sanatçının, sanat karşıtı olduğu bir noktada eleştirmen hangi kriterlerden yola çıkarak görüşlerini dile getirebilir? Zaten kurucu misyonunu kenara bırakmış eleştiri, sanatçının yeni kimliğiyle söz söyleyebileceği zeminden de kovulmuştur.
Ülkemizde sanat ve kültür hayatı özellikle postmodern dönemle birlikte Batı merkezli estetik beğenilere göre şekillendirilmekle birlikte, sanatın ve eleştirinin seyri Batı’dan farklıdır. Eleştiri geleneğinin görece yeniliği bize önemli avantajlar da sağlamaktadır. Batı bugünkü postmodern sanat anlayışına kendi devrimci eleştiri geleneğini dinamitleyerek gelmiştir. Oysa bizim eleştiri yazınımız tüm zayıflığına rağmen belli ölçüde canlılığını korumaktadır. 1930’lardan 1970’lerin sonuna kadar gelişen toplumcu sanatımız, eleştiri geleneğinin yatağında serpilmiştir. Sanat-eleştiri ilişkisi bu anlamda Batı’dan daha çok Çarlık dönemi Rusya’sına benzemektedir. Rus sanat hayatında eleştirmenlerin tartışmasız ağırlığı bulunmaktaydı. Dünyanın en güçlü ve yoğun, toplumcu sanatı, bu büyük gerçekçi eleştirmenlerin öncülüğünde ilerlemişti. Ancak, kuşkusuz bizim eleştiri geleneğimiz Belinski, Çernişevski, Dobrolyubov gibi güçlü ve etkili politik figürler ortaya çıkaramamıştır.
ELEŞTİRİ GELENEĞİMİZİN KARAKTERİ
Her şeye rağmen, eleştiri geleneğimizin Nurullah Ataç, Fethi Naci, Tahsin Yücel gibi değerli isimleri bulunmaktadır. Bu gelenek, içinde bulunduğumuz düşünsel çoraklıkta, bereketli bir vadi gibi gözlerimizin önünde durmaktadır. Eleştirinin bir reklam ve tanıtım metnine dönüştüğü bugün, Tunca Arslan’ın da dediği gibi “eleştiri ilk başta sanatın vicdanı” olmak zorundadır. Vasatlığın ilkesizliği beraberinde getirdiği günümüzde, sanatçının da toplumun da ahlakının güvencesi eleştiri olmadır. Hiçbir edebi değeri olmayan metinler, birer başyapıt olarak sunulurken eleştirmen şaşmaz terazisiyle hem yazara hem kamuoyuna gerçeği söylemelidir. Eleştiri geleneğimiz ne ölçüde sistemli ve bütünlüklü bir yazın yaratabildi, ayrı tartışma konusudur. Tartışma götürmez noktaysa, eleştiri geleneğimizin ilkelerinden ödün vermeyen karakteridir.
Entelektüel hayatımızdaki liberal solun “sanatçı-eleştirmen” ilişkisinin etikten yoksunluğunun üzerinde ne kadar durulsa azdır. Ancak yeni bir uygarlığın eşiğinde yeni estetik normlara yakıcı şekilde ihtiyaç duyduğumuz bugün, çuvaldızı kendimize batıracak kadar cesur olmalıyız. Vasatlıktan beslenen ilkesizlik veba gibi tüm topluma yayılmakta ve hastalığın kokusu maalesef bizlerin de üzerine sinmektedir. Kültür hayatımızdaki eş dost ilişkisi bizim “mahallede” de gözlenmektedir. Siyaseten yakın olmak, ortak politik ilkeleri benimsemek her zaman ortak estetik normlarda uzlaşılacağı anlamına gelmediği gibi bu “yakınlığın”, “ortaklığın” ne kadar kalıcı ve derin olduğu ancak estetik tartışmayla tüm çıplaklığıyla ortaya serilir. Bu noktada eleştirmen sadece etik değerlerden hareketle değil, aynı zamanda sanatçının üzerinde yürüdüğü politik zeminin netleşmesini sağlamak için de sözünü sakınmamalıdır.
Bu anlamda eleştiri geleneğimizde Fethi Naci eşsiz bir yere sahiptir. Türk edebiyatı üzerine özgün ve bir o kadar önemli sayısız eleştiri yazan Fethi Naci’nin estetik-etik pusulası hiçbir zaman şaşmamıştır. Özellikle Attila İlhan’ın “Kurtlar Sofrası” romanı üzerine kaleme aldığı eleştiri yazısı, sefalet içindeki sanatçı-eleştirmen ilişkisine dışarıdan bakabilmek için keskin bir bakış sunmaktadır. Siyaseten oldukça yakın, ortak özlem ve ideallere sahip Fethi Naci’nin, Atilla İlhan’ın eserini hangi estetik ve etik normlardan hareketle eleştirdiğini anlamak hepimiz için ders niteliğindedir:
"Atillâ İlhan, Demokrat Parti'nin altın çağının sona erdiği, baskı döneminin başladığı yıllar Türkiye'sinden toplumsal bir kesit vermek, Demokrat Parti iktidarının niteliğini belirterek eleştirisini yapmak, Cumhuriyet Halk Partisi'nin geçirdiği değişimleri çözümlemek, sosyalistlerin yanılgılarını, sosyalizmin ülkemiz için ham hayal olduğunu vurgulamak ve Türkiye için kurtuluş yolu göstermek istiyor Kurtlar Sofrası'nda (1963/64).
...Atillâ İlhan, romanında, Demokrat Parti'nin iktidara gelişini, sınıfsal niteliğini, halkla ilişkilerini baskı dönemine geçisini anlatıyor... Atillâ İlhan'ın Demokrat Parti'ye yönelik eleştirileri, haklı eleştiriler; ne var ki halkın DP'ye tutunmasındaki nesnel koşulları görmüyor, tarihsel gelişme içinde halk ile ağa-tüccar arasındaki geçici 'ittifak'ın zorunluluğunu görmüyor; hiçbir bürokratik iktidarın üretim güçlerini geliştiremediğini, bunun için de ister istemez diktaya başvurduğunu gereğince değerlendirmiyor; ve en önemlisi, DP'nin ilk iktidar yıllarında sağladığı ekonomik gelişme, bu gelişmeden -belli bir ölçüde de olsa- halk yığınlarını yararlandırma olgusu ve halk yığınları üzerindeki bürokratik baskıyı kaldırma çabası üzerinde durmuyor.
...Atillâ İlhan, işçileri ve sosyalistleri de unutmuyor: 'İkinci Dünya Savaşı yıllarında işçiler de teşkilatlanmak istemişlerdi muhalefet olarak. En az tüccar ve sanayici çevreleri kadar. Yalnız işçi ve ona yakın aydınların teşkilatlanması nedense sosyal şartlarımız pek göz önünde tutmaksızın aşırı sola kayıyordu.' (s.321) 362-368. sayfalarda sosyalist hareketin bol bol eleştirisi, giderek yergisi var. Atillâ İlhan, daha da ileri gidiyor. Sosyalistler sosyalizme giden yoldaki gelişme evreleri ile sosyalizmin gerçekleştirilmesi arasındaki ayrımı bilmiyorlarmış gibi, bugünden yarına sosyalizm ardındaymışlar gibi bir hava yaratarak ve sadece 1955'in örgütlenme ve bilinç düzeyi üzerinde durarak, Türkiye'de sosyalizmin olanaksızlığı kanısını uyandırmaya çalışıyor.
...Kurtlar Sofrası, iş çevrelerini, eğlence yaşamını, kanundışı insanları, lümpenleri, politikacıları, değişik çevrelerden değişik kadınları...anlatıyor. Bu kadar çok kişili az roman vardır edebiyatımızda. Ne var ki Atillâ İlhan'ın amacı kişileri anlatmak değil, kafasında tasarladığı şemaları somutlaştırmak için kişileri araç olarak kullanmak; bunun için de anlattığı kişiler bir türlü ete kemiğe bürünemiyorlar, yapay çevrelerin, psikolojik gerçeklikten yoksun kişileri olarak kalıyor. Türkiye gerçeklerini anlatmak isteyen Atillâ İlhan'ın kişileri, “Türk insanı” olup olmadıkları şüpheli insanlar olmaktan öte gidemiyor.
...Atillâ İlhan'ın kişileri, kendilerini canlı kılacak ayrıntılardan yoksun. Gerçek yaşamdan çıkıp gelmedikleri belli. Atillâ İlhan'ın kişilerini, kendi yaşlarına-başlarına, kendi düzeylerine göre konuşturacağı yerde hep kendi gibi konuşturması da bu kişilerin yapaylıklarını artıran bir öğe.
...Kurtlar Sofrası'nda, sayısız tip, sayısız sorun var, ama bu tiplerin hiçbiri, Halit Ziya Uşaklıgil'in o ünlü mektubundaki söyleyişiyle 'özel ve kişisel bir hayat' ile yaşamıyorlar. Bunun için Kurtlar Sofrası, insanların değil, doğruluğu tartışılabilir fikirlerin kol gezdiği bir 'roman' olup çıkıyor sonunda, daha doğrusu bir deyişle roman olamıyor. Çünkü Atillâ İlhan, 'roman işçiliği'ni küçümsüyor, 'öğretmen-yazar' olmak istiyor: Okura bir şeyler öğretecek, okuru eğitecek, bilinçlendirecek, memleket sorunlarına çözüm getirecek... Bireyi çıkış noktası olarak almadıkça toplumsal durumları tipik bireylerin kişiliğinde somutlaştırmadıkça romanda bunları gerçekleştirmenin olanağı yok. Bunun içindir ki Kurtlar Sofrası, Türk romanına katkısı olmayan bir emek ürünü olarak kalıyor: Bu memleketten olup olmadıkları şüpheli bir yığın kuklanın boy gösterdiği beyhude 714 sayfa!"
Kuşkusuz Fethi Naci'nin eleştirilerine farklı noktalardan hareketle itiraz edilebilinir. Naci'nin keskin ve net eleştirisinde toplumcu ve ilerici sanatçıdan nasıl bir roman beklediğini uzlaşmaz biçimde ortaya koyarken, bir eserin estetik sınırlarını gösterirken aslında sanatçının politik sınırları göstermektedir. Toplumcu sanat anlayışına, sözünü sakınmayan, estetik ve politik ilkelerinde ne istediğini bilen eleştirmenlerle yeniden ayağa kalkabilir.