Emek’in emektarını da yitirdik…
Genç bir yazar dostumuz geçmişin sinemalarıyla ilgili bir çalışmasının girişine “bazı şeyleri özlemek için, o günlerde yaşamış olmak gerekmez. Bu yüzden yaşı yetenlerin, nerede o eski yazlık sinemalar, serzenişini o yazlık sinemaları hiç görmeyenler de sahipleniyor” cümlesiyle başlamış. Haksız da sayılmaz… İlla da geçmişe duyulan bir özlemi dile getirmek için onun yaşanmış olması yetmez… İnsan kimi zaman, örneğin eski sararmış bir fotoğrafa bakarak, bilmediği, görmediği ve yaşının gereği yaşamadığı kimi şeylere özlem duyar. O da doğrudur… Tarihçilik de biraz böyle bir şey değil mi?
Bazı şeyleri özlemek için ille de o günlerde yaşamış olmak gerekli değilse, ya bunun tam tersi, o günleri yaşamış olmanın beraberinde getirdiği o kaçınılmaz duyguya ne demeli?
Sanırım esas sorun da; özlemi duyulan herhangi bir şeyi yaşamış olmakla olmamak arasındaki ince bir yerde.
Emek sinemasının yıkımına karşı protestoların ya da eylemlerin yapıldığı günlerde, bir çok kişi “bir sinema için değer mi…” gibisinden bu işin önemini pek kavramak istememişler, bilmedikleri, tanımadıkları, hatta içine girip bir kez bile bir film izlemediklerinden, onca direnişe bir türlü alam verememişlerdi.
Evet… Bazı şeyleri özlemek için ille de o günlerde yaşamış olmak gerekmez…Ama bir de o günlerde yaşamışsanız: Çocukluk günlerinde anne ya da babanızla (kimi zaman da ikisiyle), yeni yetme çağında tek başına, sonrasında sevgiliniz , bir daha sonrasında eşiniz ve de en sonlarda çocuklarınız ya da torunlarınızla o sinemaya gitme sürecini yaşamınızın her bir evresinde yaşamışsanız, ve de o yaşadığınız kişilerden bir kısmı ile birlikte olduğunuz mekanı yitirmişseniz, işte o zaman, ille de özlem duymak için, o günleri yaşamakla yaşamamak arasındaki çizginin inceliğini fark edebilirsiniz…
Pera’nın tam orta yerindeki o düş şatosunun, o eskimiş meşin koltuklarının kıvrımları arasında, bir perdedekilerin bir de bizim bilebildiğimiz, herkesten gizleyip sakladığımız, ömür boyu bellek ve de yüreklerimize yapıştırılmış bir afiş gibi yerinden söküp atamadığımız, ne kadar gözyaşı, hüzün ve de kahkaha ile utangaçlıklarımız var bilir misiniz…
İşte bu yüzdendir bir sinema salonun arkasından ağıt yakmamız…
Emek, yalnızca filmlerin gösterildiği, gösterişli, devasa, bir o kadar da zaman ve yaşanmışlık içeren bir salon muydu? Elbette ki değil…Çünkü Emek’i Emek yapan bir o kadar da bilet kesicisinden gişesine, yer göstericisinden müdürüne, sahibinden büfecisine dek bu sinemayla adeta örtüşmüş çalışanları. Her biri rahmetli olan Orhan-İsmet Kurtuluş kardeşler ve “Emek mukaddes bir yuva, muhabbetim benim. Üç evlilik yaptım ama Emek’ten hiç vazgeçmedim” diyen, emeğin her bir şeyi, dışa açılan güler yüzü Hikmet (Dikmen) Bey ve diğerleri…
Hikmet Bey’i geçtiğimiz günlerde yitirdik.. onun üzerine öylesine çok şey yazılıp çizildi ki, onların üzerine bir sözcük eklemek bile neredeyse olanaksız… Yaşamının büyük bir kısmını değil, belki de tümüne yakınını Emek sinemasıyla, dost sofralarının yaşama çelme takmak isterken kadehlere sarılan dostlarıyla (ve sonrasında da Çınarcık’ta) geçiren, sinemanın görülmeyen kahramanlarından biriydi… Onun her bir şeyinden sorumlu olduğu Emek sinemasına, benim gibi bir çok meslektaşım asla gişeden bilet alarak girmezdi. Bilet alarak girdiğimizde ise, filmin arasında yanımıza gelip bileti geri alır alır paramızı ise “Sizler sinemaya olan borcunuzu yazılarınızla fazlasıyla ödüyorsunuz” diyerekten iade ederdi.
Hikmet Bey’in Emek’e ve de dolayısıyla sinemacılara olan katkısı sayılmayacak kadar çoktur…. Hiçbir sinema çalışanı onun kadar yaptığı meslek ve mekanla örtüşmemiştir. Emek onsuz, o da Emek’siz asla düşünülemezdi…Ta ki Emek yıkılana dek.. Yıkıldıktan sonra da Emek’i, ve onula ilgili her bir yaşanmışlıkları yine o temsil eder, onu her gördüğümüzde Emek’li geçmiş günleri anımsardık.
Şimdi ne ellerimizden tutarak bizleri Emek’e götürenler, ne de tüm yaşam boyu gittiğimiz o kadim mekan ne de o güzel mekanın insanları kaldı…
Birileri aramızdan ayrılırken, bizim yaşamımızdan da bir şeyleri eksiltip gidiyor…