‘En karanlık saat’ doğruyu gösterdiğinde..!
Başlığı okuduğunuzda filmin adını duymamış olanlar anlam veremeyecektir. Duyanlar bilenler, anlamışlardır. Zira şu aralar, ‘seyredin’ yok ‘seyretmeyin’ diye birbirine karşı tezlerle sosyal medyayı ateşli tartışmalarla meşgul eden bahse konu filmin adı; “En Karanlık Saat”. (Özgün adı “Darkest Hour”.)
Başlığa hemen küçük bir izahat gerekirse, izleyenler hatırlayacaklardır; bilakis filmin içinden gelen “Bozuk saat bile, günde iki kez doğruyu gösterir” ifadesinden gelmekte. Geri kalan izahatı yazının bütününde anlatmaya çalışalım.
Söz edildiği gibi sinemaseverler, son dönemde birbiri peşi sıra gelen Winston Leonard Spencer-Churchill - uzun ismi bu - veya “2. Dünya Savaşı'nda İngilizlerin karamanlıkları”na ilişkin filmleri ardı ardına görmekten şaşkınlık içindeler. Fakat şimdiden daha fazlasına hazırlıklı olunmalı. Çünkü yazının sonunda sizi bekleyen liste, İngilizlerin sinemada yıllar içinde artan Churchill merakının geldiği noktayı ortaya koyuyor. Yani şimdiden söyleyelim, İngilizlerin bu yeni “sinema dalgası”, daha çok su çekecek gibi görünüyor.
Tartışmalarda bu filmi "izlememeye" kararlı olan tarafta olup da koltuğundan kalkıp çıkmak isteyenler için bir iyilik yapıp, sonda söyleyeceğimiz birkaç sözü başta söyleyelim.
Beyler bayanlar, “Tiyatro toplumun aynasıdır” şiarına, şimdiye kadar sinemayı da ekleyivermemek, kimsenin aklına gelmediğinden değil; sinemanın tiyatroya göre daha bebek yaşta olmasındandır belki diyerek, bu mevzuya teselli bulalım. Ama bakınız işte, İngilizlerin içinde bulundukları 'halet-i ruhiye'yi temsilen ortaya çıkan bu yeni ‘sinema dalgası’nı, bu sözden daha iyi ne anlatabilir?
Yoksa, tarihi boyunca kendisi dışındaki ülkelerde ‘bağımsızlık’ ve ‘vatanseverlik’ kavramlarının en büyük düşmanlarının başında gelmiş bir ülkenin - söz konusu kendi gelecekleri olunca - bu kavramları tarihinin tozlu sayfalarından çıkarıp, tekrar tekrar İngiliz halkına ve ardından dünya sahnelerine sunmalarını nasıl izah edebileceğiz?
Üstelik bunu her defasında Churchill gibi, İngiltere için bile “geçmişi felaketler yığını rekoruyla dolu” bir karakter üzerinden yapmak zorunda kalmak; onlarda bir çekince yaratmıyor bile. Bakmayın tırnak içindeki bu söz, bizim bile değil. Bahse konu filmde, Britanya Kralı VI. George’un (oyuncu Ben Mendelsohn), Churchill için söylediği sözler bunlar… Biz hiç zahmet etmeyelim, bizzat ‘ekselansları’ sözlerine şöyle devam ediyor.
- Niçin onu seçmek zorundayım anlamıyorum;
- Gelibolu 25 bin ölü; (Çanakkale Savaşı yenilgisinde saydıkları kayıp, bu kadar demek ! İngilizler dışında Avustralyalı Anzaklar ve Yeni Zelandalı yerliler ile Fransız, Yunan ve İtalyanların kayıpları ne kadar ?... Burada filme ancak bu üç kelime sığmış. Ama parantezi açmışken, Türk tarafına da bakalım. Bazı tarihçiler, son olarak şehitlerin sayısını 56 bin 643, sakat kalanların 97 bin 7, kaybolanların ise 11 bin 178 olduğunu belirtiyor. Bu onların işi elbette. Fakat bu sonuçlar, savaşta Türklere komuta eden Alman komutan Liman Van Sanders’in “Türkiye’de 5 yıl" adlı kitabında sözünü ettiği “66 bin asker kaybı” ifadesiyle de yakınlık gösteriyor. Bu arada bilmeyenlerimiz için, çoğunlukla telaffuz edilen “250 bin şehit” ifadesinin ise belirli maksatlarla abartıldığı, daha önce de basına yansımıştı.)
- Hint politikası; (Hindistan, İngiliz esaretinden 1947’de bağımsızlığına kavuştu. Ama film 1944’ü anlattığı için anlaşılan Churchill’in ‘yenilgisi’ çok daha önce fark edilmeye başlamış.)
- Rusya iç savaşı;(Churchill’in o dönem SSCB için ne yaptığını tarihçilere bırakalım ama hala bu eski savaş taktiği denenmeye devam ediliyor. Velhasıl artık ilginçtir çoğunlukla avuçlar yalanıyor !)
- Altın sistemi; (Uzatmayalım araştıramadık.)
- Feragat; (? Burada İngiliz siyaset tarihine girecek değiliz !)
- Norveç kayıpları, 1800 asker mi? (2. Dünya Savaşı tarihi fanatiklerinin parmakları havalarda;) - Bir uçak gemisi, iki kruvazör, 7 muhrip, bir denizaltı efendim.
- Görmüyor musunuz? Winston muhakeme edemiyor…
En Karanlık Saat filminden, repliklere devam edelim, Churchill’in bir muhalifi de onun hakkında şöyle söylüyor: “O bir aktör, kendi sesini duymayı seviyor. Onu dinlemeyi severim, ama tavsiyelerine asla uymamalıyız. Bir günde yüz fikir üretiyor, 4 tanesi iyi; kalan 96 tanesi ise büsbütün tehlikeli..."
Hatta film içinde gördüğümüz Churchill, aslında son derece kaba; nezaket ve empatiden uzak; pek de sempatik bir karakter gibi de görünmüyor. Churchill’in, neden böyle olduğuna ilişkin inanmazsınız, filmde psikanaliz çözümlemesi bile yapılıyor. Kral George ile bir görüşmesi sırasında Churchill’in kendisi ne diyor beğenirsiniz:
“Duygularım ölçüsüzdür. Babama çekmişim, kanımda yabanilik var, anneme de biraz... İtidalden yoksunuzdur. Annem çok çekiciydi, herkes tarafından çok sevilirdi. Babamsa tanrı gibiydi, hep başka işlerle meşguldü.”
Üstelik 'savaş' ve 'sömürge gelenekçisi' ! … “Gelibolu” yenilgisini savunmak zorunda kaldığı zaman ne demiş olabilir peki? (Bu arada İngilizler bizim “Çanakkale” dediğimiz savaşı, bu isimle hafızalarına kazımışlar) Tıpkı tarihe geçecek kadar atalarının geleneklerine bağlı tam bir 'sömürgeci' gibi:
"Birliklerimiz Flaman Bölgesi’nde (Belçika'nın kuzey kısmı) dikenli tel kemiriyorlardı. Gözlerimle gördüm. İkinci bir cephe açmak, Türkleri kuşatmak ciddi bir askeri hamleydi. Eğer amiraller ve Deniz Kuvvetleri Komutanı ‘sürpriz unsur’da telaşa kapılmasalardı, gayet güzel işe yarayacaktı ! "
Şayet çevirinin aslı başka bir şey değilse, ‘sürpriz unsur’dan kasıt, Mustafa Kemâl Atatürk’ten başka bir şey değil sanırız. Senarist Anthony McCarten, karakterlere söyletme nezaketinde bulunmuyor ama biz biliyoruz değil mi? Churchill, "Gelibolu" yenilgisine ilişkin, tarihi kayıtlara geçen savunmasında şöyle demiştir:
“Arkadaşlar, yüzyıllar nadir olarak dahi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki o büyük dahi, çağımızda Türk milletine nasip oldu. Mustafa Kemâl'in dehasına karşı elden ne gelirdi”…
***
Filmi beğenen beğenmeyen, herkesin hemfikir olduğu gibi; şimdiden Drama Dalında En İyi Erkek Sinema Oyuncusu alanında Altın Küre Ödülü almış; aynı alanda Oscar ödülünü de cepte sayacak denli övgüye şayan Gary Oldman’ın canlandırdığı Churchill, işte böyle bir adam olarak karakterize ediliyor.
Biz filmdeki Churchill’e bakmaya devam edelim. Muhafazakar Parti’den Liberal Parti’ye geçip; 10 yıla yakın orada kaldıktan sonra, yeniden eski partisine dönmüş bir politikacı. Fikirlerinde tutarlılık göstermeyen, gün içinde dahi defalarca fikir değiştirebilen; sırf bu taraf değiştirmelerinin her iki partide 'bizden' algısının nemalarını toplamaya çalışan, 'omurgasız' bir siyasetçi üstelik ! ...
‘Düşmanını yakınında tut’ dersini asla ihmal etmeyen, muhaliflerini alt etmek ve iktidarda kalabilmek için kafasında daima ‘sinsi’ planları olan; “kurnaz bir ihtiyar tilki” aynı zamanda.
Şimdi bakınız, senarist Anthony McCarten, geçmişte en iyi senaryo alanında, Molière En İyi Komedi Ödülü’nün de sahibi olmuş bir yazar. Bilirsiniz, İngilizlerin mizah yeteneği ile yarışmak zordur. (Hatta dizikoliklerimiz çok iyi anlar. Hollywood bile, halen pek çok İngiliz dizisini ancak ‘taklit etmeye’ çalışmakta.) Şu durumda McCarten’i, son derece ciddiye almalıyız değil mi?
Senarist, filmde başka bir sahnede, Churchill’in “daha sabahtan içmeye başlaması”na ilişkin, muhaliflerinden birine şöyle söyletiyor: “İmparatorluğun bu zorlu günlerinde direksiyona bir ayyaşı geçirdik. Bütün gün içiyor ona bisikletimi bile vermezdim !”
Bunlara rağmen Churchill, bari halkın sevdiği biri olsa öyle değil mi? Onu da son ana kadar göremiyorsunuz. Hayatı boyunca hiç metroya binmeyecek ya da hiç mutfağa inmeyecek kadar daima hizmet edilmiş, emrindekilere tepeden bakan, halkla hiç teması olmayan bir ‘Lortlar Kamarası’ üyesi kendisi.
Filmde buna ilişkin birçok sahne var ama en ilginci, Churchill’in gazetelerde gördüğü ‘zafer’ işaretini bir gazeteciye kendisi yapmaya kalktığında ortaya çıkan manzara. Meğer bilmeden yanlış yaptığı bu işaret, İngiliz gettolarında bildiğiniz küfür işaretiymiş. Aşağıdaki resimde ne demek istediğimizi görebilirsiniz.
Churchill’in sadece tek bir avantajı var gibi görünmekte; babasından miras aldığı hitabet yeteneği. Filmde, tam buna bir övgü düzülecekken bile ne görüyoruz; “Babasını da sevmezdik zaten” ! Meğer babası da onun gibi iyi konuşan bir hatipmiş, “Ta ki frengi yüzünden aklını yitirene kadar…”
Bize “Tüm bunları bu filmde mi gördünüz, Churchill’i göklere çıkaran ‘hamasetlere’ ne oldu?” diyecek olanlarınız çıkabilir; rica ederiz; uyduruyor muyuz yani bunları ? Bilakis İngilizler bize “Churchill’i sizden öğrenecek değiliz” demekteler…
Yıllar içinde artan örnekleriyle, ‘seri’ diye adlandırdığımız diğer Churchill filmlerinde durum yine böyle midir bilemiyoruz ama En Karanlık Saat filminde yönetmen Joe Wright, anlaşılan çok da Churchil’in günahlarını aklayıp itibar verme derdinde değil. (O zaman neyin derdinde, birazdan anlayacağız…)
Tabloya mercekle bakalım; Kral VI. George bile “ondan korktuğunu” birkaç kez söylüyor. Ülkenin kralı dahil, herkesi ‘korkutan’ bir “Kont Drakula” tasvir edilmeye çalışılmış desek; eh! abartmış oluruz evet. Ama aslında filmde yeterince algılanamasa da yönetmenin bu “korku” temasında gitmek istediği bir yer var. Dünyanın hali bu ya, gün gelir; “korkutan adam” portresinden medet umulur ! (Bu duyguyu bir yerden tanıyor gibisiniz duyuyorum !…)
Kral VI. George, Churchill’e bir sahnede şöyle söylüyor: "İtiraf ederim ki başlarda sizin hakkınızda bazı tereddütlerim vardı. Ülkedeki bazı kimseler, başa geçmenizden korkmuştu. Ama hiçbiri Adolf Hitler kadar korkmadı! Öyle bir hayvanı ! korkutabilen biri, tüm desteğimize şayandır…" (Görüyor musunuz? Meğer İngilizler de zamanında “dinsizin hakkından imansız gelir” demişler yahu ! Susalım lütfen… )
Bu arada yeri gelmişken söyleyelim; İngilizlerin başbakanlarının dahi, hala krallarının elini öptüğü monarşiyi terk etmemesine, zamanında saltanatı tümden kaldırmış; onlara göre 'Doğulu' bir ülkenin çocukları olarak, ‘acıyarak’ bakıyorsunuz. Hangi devirde yaşıyor bunlar ayol ! (Neyse ki İngilizler, kendi kendileriyle de alay edebilen bir millet de filmde, Churchill’e elini öptüren kral, sonra da arkasında giysisine siliyor.)
***
Biliyorsunuz, “Churchill” ismini duyunca kalkmak isteyen arkadaşlarımızı biraz daha tutmak için filmi anlatmayı sona bırakmıştık. Bağışlayınız, olayları tarihten alan bir senaryo için ayrıntı vermemiz, izleyiciye o kadar da saygısızlık sayılmayacak. Çünkü tarihi konu alan filmler, izleyici için 'sürpriz' olamayacak bir kadere mahkumlar. Yani çoktan tarih, olayların “tadını kaçırıp” yazmış durumda ! Öyleyse tarihten alınmış ön bilgiler, bu tür filmleri daha iyi anlamanızı sağlayabilir. Ya da işin ne derece kotarıldığını bu tarihe göre yorumlamanızı...
Siz 'biz yine de önce filmde görelim' demeyi düşünüyorsanız, okumayı burada bırakıp; izledikten sonra aşağıda bu kadar ne yazdığımızı görmek için yeniden dönebilirsiniz. Ancak bir İngiliz olmadığımız için, bu yazıyı yazıyor olmamıza rağmen, biz dahi bu bilgiler olmadan filmdeki kişilerin temsil ettikleri gerçek politik karakterler ve olayları yeterince kavrayamamıştık. Tercih sizin...
Günü gününe zaman, 9 Mayıs 1940. Hitler, Çekoslovakya, Polonya, Danimarka ve Norveç’i işgal etmiş; 3 milyon Alman askeri, Belçika sınırında. Britanya Parlamentosu, çoktan hükumetin Muhafazakar Parti Başkanı Neville Chamberlain’e (Ronald Pickup) olan inancını yitirmiş; yeni bir lider arayışındadır. (Bu bölüm filmin başındaki altyazıydı sadece.)
Yönetmen Joe Wright, bütün o şiddetli tartışmaların yaşandığı İngiliz parlamentosunu adeta yeniden canlandırarak, sizi sanki zaman makinesiyle, o tarihe götürüyormuş gibi filmin içine çekiyor.
İlk söz, Muhalefet Lideri Clement Attlee (David Schofield)’nin. Liberal Parti Başkanı, ne barış ne de savaş zamanında İngiltere’ye liderlik yapabilmekle suçladığı başbakan Chamberlain’i ateşli bir üslupla istifaya çağırıyor. Bu arada Churchill’i arayan gözlere, bir partidaşı açıklama getiriyor; “Cinayet silahında parmak izinin kalmamasını sağlıyor.” Kameranın gözü, onun boş koltuğundaki şapkasına ilişiyor... (Bu kısmı buraya, yukarıdaki iddialarımız için keskin bir örnek olduğu için alıyoruz.)
Muhafazakar partili lortlar, Chamberlain’in yerine önce 1. Halifax Kontu Edward Frederick Lindley Wood’un gelmesini ister. Fakat Churchill’in “saygıdeğer kutsal tilki” adını verdiğini öğrendiğimiz “Halifax” (Oyuncu Stephen Dillane) - bir bildiği olduğundan olsa gerek - teklifi kabul etmez.
Anlaşılan muhalefet yalnızca Churchill’e destek verecektir. Çünkü Hitler konusunda “haklı” çıkmıştır. Aslında Churchill’in siyasetteki o zigzaklı geçmişi; şimdi Muhafazakar Parti’nin yeni hükumetinin güvenoyu alabilmesi için tek şansı olmuştur. Kral VI. George, Churchill’e ilişkin yukarıda bahsi geçen o sorgulamalarına karşın, çaresiz – ‘tıpış tıpış’- hükümeti kurma görevini ona verir. Churchill’e göre ise başbakanlık görevi, “gemiyi batıran” partisinin “hediyesi” olarak değil; “intikamı” olarak ona verilmiştir.
Bundan sonrası, Churchill’in, Hitler’e ateşle karşılık veren “savaşçı” tutumuyla; “Savaşma gücümüz yok, Mussolini bizimle Hitler’in arasını bulsun” diyen, "barışçıl” Halifax ve Chamberlaine ikilisinin hangisinin haklı olduğunu sorgulamayla geçmekte.
Münazaradan hoşlananlar için, buyurun size iki tarafı da güçlü bir şekilde işlenmiş bir münazara sorusu. Bütünüyle işgal edilmesi an meselesi bir ülke, ne yapmalıdır? Yok olma pahasına bile, özgürlük ihtimali için savaşmaya devam mı etmeli; daha az zayiat verip, hayatta kalmayı ümit ederek, işgalden önce beyaz bayrak mı çekmelidir?
Senaryo, saygıdeğer kutsal tilki Halifax’ın haklı olduğuna; beriki ihtiyar tilki Churchill’in de ‘savaşçı’ tutumunun bedelinin ağır olacağına, biz izleyicileri dahi handiyse inandırarak ilerler.
Tablo ortadadır. Fransa’nın yaklaşık 200 bin askeri teslim olur. 7 milyon mülteci hareket halindedir. Churchill, “O onbaşı çocuk, (O tarihte Hitler 55 yaşında. Churchill ise 70) o kötü duvar boyacısı, vahşi ucube, o kötü kiralık katil !” dediği Hitler’e ilişkin, hırsla karışık öfkesi içindedir. Ama Belçika ve Hollanda’dan sonra Fransa’ya da giren Hitler’in, Batı Avrupa’nın tümünün işgalini bitirmesi an meselesidir.
Fransızlara yardıma giden İngiliz donanması ise hareketsiz ve işe yaramaz biçimde öylece sıkışmıştır. Ve daha da kötüsü, ülkenin “bütün kara kuvvetleri” ! (evet aynen böyle ifade ediliyor) yani yaklaşık “300 bin İngiliz askeri”, Fransa’nın “Dunkirk” kıyısında kapana kısılmıştır.
(Filmde bu işin nasıl becerildiğini göremiyoruz. Olmuş bir kere ! Bir ülkenin tüm kara kuvvetlerini tek kıyıya sıkıştırabilmek, acaba hangisinin askeri dehası; Hitler ve ordusunun mu, yoksa Churchill’in de dahil olduğu Muhafazakar Parti’nin elindeki iktidarın Savaş Kabinesi’nin mi?)
Bu dakikadan itibaren filmin kurgusu bu olay etrafında kuruluyor. Hitler’in İngiliz askerlerini denize sürüp yok etmesinin önünde sadece birkaç gün vardır. Churchill’in bulduğu çözümse, tam da kendisinden beklenileceği gibi “dahiyane bir savaşçı kurnazlığıdır” ! Oraya 40 km uzaktaki en yakın tabur olan Calais Taburu’nu; yani 4 bin askeri, Almanların önüne ‘yem olarak’ göndermek !…
Filmde dikkatlerin en çok odaklandığı bu karar sahnesinde, İngiliz hükumetinin Savaş Kabinesi’ndeki bütün askerler donup kalmıştır. Fakat neyse ki İngiltere tarihinin bu kritik aşamasında, şaşırıp kalmış generaller arasında, “Evet ! 300 bin askere karşı 4 bin asker !” diyecek kadar, bir tür satranç hamlesi mantık yürütmesi içinde olduğunu anladığımız soğukkanlı Churchill, ülkede böyle bir kararı gözünü kırpmadan uygulayabilecek güçteki tek “savaş lideri” ! dir.
Filmin sonunda Churchill’in bu ‘hamle’ sinin amacına ulaştığını tahmin etmek, okumayı sürdürenler için de zor olmayacaktır. Fakat biz daha fazla ayrıntıya girmeden, ihtiyar kurnaz tilkinin nasıl bir çözümle, ordusunun büyük bölümünü o cendereden çıkarmayı başardığını, filmi sonradan izleyeceklere bırakalım.
Şimdi yazının başında sözünü ettiğimiz ‘seri’nin bir önceki filminden bahsetmenin tam yeri ve sırası. İngilizlerin en başarılı yönetmenlerinden Christopher Nolan’ın, geçen yıl vizyona giren ve senaryosunu da kendisinin yazıp yönettiği, “Dunkirk” adlı filmi, işte bu cepheyi konu alıyordu. Doğrudan Churchill’e ilişkin olmadığı için, yazının sonunda sunduğumuz listede yer vermediğimiz bu filmin IMDb puanı 8,1 dereceye ulaşacak kadar yüksek.
***
En karanlık Saat filminden söz etmeyi bitirdiğimizi düşünmektesiniz muhtemelen; oysa asıl meseleye daha yeni geliyoruz beyler… Çünkü yönetmen Joe Wright, Dunkirk öyküsünü, film boyunca neredeyse arka planda işliyor. Asıl olarak odaklandığı ise Churchill’in, hani şu babasından devraldığı 'yetenek' ! ...
Bakınız, bunu film dışından bir örnekle izah etmeye çalışalım. Londra 2012 Oyunları'nın kapanış töreninde Olimpiyat Stadı'nda toplanmış 80 bin kişinin önünde, aktör Timothy Spall, Churchill’in 2. Dünya Savaşı sırasındaki o ünlü konuşmalarından bazılarını canlandırılmış. Dolayısıyla muhtemelen İngiltere’de kimse, bu filmde yönetme Joe Wright’ın, Christopher Nolan’ın Dunkirk filminde olduğu gibi, savaş sahnelerini izleyiciye adeta yaşatarak değil; bir tür belgesel havasında sadece değinerek vermesini yadırgayıp; ‘başarısız’ filan bulmayı düşünmedi.
Peki, gerçekte 2. Dünya Savaşı bitiminden hemen sonraki ilk seçimde kaybeden Churchill’in, o dönem çok methedilen bu meşhur ‘yeteneğinde’ saklı olan nedir ki İngilizler bütün günahlarına rağmen, hala ‘milli birlik’lerini onda arasınlar ?
Biz yine, film üzerinden anlatmaya çalışalım. Wright’ın, 9 - 28 Mayıs 1940 gibi kesin bir tarih dilimi içinde gün gün işlediği filmde Churchill, en başından beri reddettiği “barış görüşmeleri”ne sonunda razı olmak zorunda kalacaktır. Çünkü muhaliflerinin, bütün Avrupa’yı işgal etmiş “dünyanın en güçlü ordusu” karşısında “romantik bir fantezi” olarak gördükleri “savaş” politikasında, artık sona gelinmiş; hatta Halifaks da Savaş Kabinesi’nde ümitsiz durumdaki herkesi ikna etmiştir.
“Kaçınabilecekken bir savaşa girmenin kahramanca bir yanı yok. Kaybettiğimiz açıkça belli olan bir savaşı kısaltmak için uğraşmanın, utanılacak bir yanı yok. Avrupa kaybetti. Ve bizim ordularımız da tamamen ortadan kaldırılmadan önce, artık pazarlık zamanıdır. Hitle, acımasız şartlarla diretmeyecektir. Kendi zayıflığının da farkındadır..”
Bu esnada Churchill’in ölüme gönderdiği 4 bin askere ilişkin General Gord imzalı o kritik telgraf da gelmiştir. Filmin Oscar’a da aday olan görsel yönetmeni Bruno Delbonnel, “Calais düştü. Ölü ya da esir sayısı bilinmiyor”dan oluşan tek satırlık telgrafı, Churchil’in odasında sadece pencereden sızan hafif bir ışık yansıması ile seyirciye okutmaktadır. Ancak İngilizce bilen dikkatli izleyicilerin keşfini bekleyen bu telgraf, Churchill’i, “mesuliyet duygusu” ve çaresizliğin ağırlığı ile ‘karanlıklar’ içinde bütün gece uyutmayacaktır.
Yönetmen, sanırız ayrıca bizim, İngilizlerin kraliyet ailesi hala onların önlerinde bir ‘masal kahramanları’ olsun; prensleri-prenseslerini-gelinlerini sevsinler; rüya gibi düğünlerini izlesinler; çocukları dahi 'biri bizi gözetliyor' misali gözlerinin önünde büyüsün, diye başlarında tutmadıklarına kanaat getirmemizi istiyor olacak ki en kritik bu aşamada, Churchill’e değecek ‘sihirli değnek’ ! kraliyetten gelmekte. “Ülkesini seven” (Kanada’da bir sürgün hayatı yaşamak istemeyen) Kral VI. George, yukarıda da bahsini ettiğimiz o “Arkandayım” desteğini, böyle bir ‘karanlıkta’ Churchill’e uzatıyor.
Burada İngiliz halkının gururunun okşanması da ihmal edilmez. Churchill’in daha önce hiç temas etmediği halkı, ona en kritik zamanda, tıpkı kral gibi, en büyük öğütleri verir ve Churchill’in düşmüş omuzları, böylelikle yeniden kalkar. Artık iş, sadece babasının mirası hitabetine kalmıştır. Churchill’in parlamentoda yaptığı ünlü konuşmalar, İngiliz hükumetini, Hitler ile “barış” yapmaktan alıkoyar ve “direnişi” yeniden ateşler. Çünkü Churchill, muhalifi Halifax’ın yorumuyla “İngiliz dilini savaşa göndermiştir”…
Churchill’in sözlerini daktilo eden sekreteri “Elizabeth Layton”u canlandıran güzel oyuncu Lily James’in, onunla birlikte ezbere mırıldandığı, o ünlü parlamento konuşmalarını da filmi izleyenlere bırakalım.
Bundan sonra ne çareler buldukları, filmin kısa süresine sığmamıştır. Ama çok da dert edilmemiş çünkü gördüğünüz gibi, maksat böylece hasıl olmuştur.
Gerçekte de öyle midir bilemiyoruz ama yönetmen, filmde Churchill’in yardımına kral ve halktan başka bir kişiyi daha çağırır. Tıpkı Churchill gibi ‘hatip’liği ile bilinen bu kişi, tarih öncesinden gelen bir filazoftur; Cicero (M.Ö.106-43, Romalı devlet adamı, bilgin, ve yazar. Suikaste uğrayarak öldürülmüş, ama konumuz değil, burada seçilmesinin nedeni aynı zamanda ünlü bir hatip olması…)
Sıkıştığı bir anda Churchill etrafındakilere şöyle söyler; “Onlara sahip oldukları ama henüz farkında olmadıkları bir duygu aşılayacağım. Esaret ve utancın bir parçası olmamak için. Ülkemizin bekası ve müttefiklerimizin özgürlük davası için. Cicero ! kitabım nerede ? ” İlerleyen süreçte senarist, satır aralarında ona şunları da söyletecektir:
“Biz bir açık deniz ülkesiyiz. Tunç çağından beri buradayız. Kanal bizimdir, hendeğimizdir, siperimizdir. Almanlar gölden daha geniş bir şey görmemiştir. Önce bu ülkeye ulaşmayı becersinler bakalım…”
“Bir ülke özgürlüğü için savaşırsa, her şeyini kaybetmiş de olsa yeniden yükselmek için bir şansa sahiptir. Fakat savaşmadan teslim olan ülkeler, sadece tarih sahnesinden silinmeye mahkumdur.”
Gördüğünüz gibi, ‘özgürlük’ ve ‘bağımsızlık’ konusunda mangalda kül bırakmayan Churchill’in İngiltere’sinin, tarihin bir ‘karma’sı olarak, (bizdeki eden bulur) geçmişte Osmanlı dahil, sömürgeleştirdikleri tüm ülkelere uyguladıkları baskı ve işgal tehdidine, bizzat kendileri de maruz kalmışlardır. Böylece insanlık için daima ‘doğru’ları gösteren bu kavramlara, onlar da methiyeler düzebilmekteler…
***
Filmi izlerken, aklımıza gelen o sorular; Churchill’in, ‘direnmek’te bu derece inatçı olmasının altında, acaba bir zamanlar karşı cephede iken tanık olduğu geçmiş hatıraları mı yatmaktaydı?
Örneğin Sevr Anlaşması’nı, Osmanlı’ya “barış anlaşması” diye dayatırken, yok olmayı dayattıklarını gayet iyi bilen Churchill’in, kendi partidaşı muhaliflerinin “barış görüşmeleri”nden bu derece şüphe duymasının altında bu tecrübeler mi vardı?
Veyahut 1. Dünya Savaşı’nda ‘Gelibolu’daki “dahi düşmanı” Mustafa Kemâl önderliğinde ‘direnen’ Anadolu’nun, yıkılmış bir imparatorluktan yeni bir Cumhuriyet yükseltmesi, hala gözlerinin önündeki en canlı örnek miydi?
Elbette bu soruların yanıtını filmde görmeniz mümkün değil. Medya ya da sosyal medyada “izlemeyin” taraftarlarının önyargılarına rağmen, Gary Olman’ın şahane oyunculuğu ve Joe Wright'ın gerçeğe yakın bir dönem filmi canlandırmasını görmek hatırına yine de izlemeye gidenlerin, varabilecekleri çağrışımlar arasında bunlar da olamaz mı?
En başında İngilizlerin bu tarihe artık eskisinden daha sık öykündüğünden söz ettik. Araştırmamıza göre, bu rüzgar İngilizlerin Avrupa Birliği (AB) ile ayrılmalarının kararlaştırılacağı "Brexit" oylamasından çok daha önce, 2009'da hız kazanmaya başlamış. O tarihten bu yana yılda en az bir; 2015'den bu yana da her yıl en az 2 Churchill filmi birden çekilmiş. Bunun yanı sıra şayet 2. Dünya Savaşı'nı konu alan başka filmler, belgeseller veya TV dizilerini de sayacak olursak, muhtemelen burada gördüğünüzden çok daha fazla popülariteden söz etmeliyiz.
“Artık başka bir Churchill filmi çekilmesin lütfen” diyen arkadaşlarımıza, İngilizlerin buldukları bu 'hazine'yi, başka bir uç örnekle daha anlatmaya çalışalım. Solcularımızın yakından tanıdığı İngiliz yönetmen Ken Loach dahi, Churchill ile birlikte dönemin diğer siyasi karakterlerini anlattığı “1945 Ruhu” adlı belgesel ile bu akıma katılmış. Loach 2013 yapımı belgeselinin senaryosunu da kendi yazmış.
Christopher Nolan ve Joe Wright gibi ünlü İngiliz yönetmenlerin dışında aşağıdaki listede görebileceğiniz bazı yıldız senaristler de çok yüksek izleme oranları yakalayan TV dizilerinde kendi yazdıkları eserlerin yönetmenliğini yürütmekteler. Yani İngiliz sinemasında bu akımın adeta “ben daha iyisini yaparım” yarışına dönüştüğünü söylemek yanlış değil.
Tüm bu tablo bizi durup düşünmeye götürmeli…
Yoksa İngilizler, Brexit oylamasında % 52 ile AB’den ayrılmayı seçmişken (Kesin ayrılma tarihi, 29 Mart 2019), gelecekleri için yeniden endişe mi duyuyorlar? Peş peşe gelen bu filmleri yutar gibi izleyen İngiliz halkının, sinemada aradıkları; geleceklerini yeniden inşa edebilmeleri için gereken 'milli özgüven' mi?
Churchill’in, 2. Dünya Savaşı'nda işgale karşı direnişte "savaşa gönderdiği" “İngiliz dili sanatı”nın, şimdi yeniden onları birleştiren çimento olmasını mı istiyorlar?
Görmemiz gereken, köhnemeye başlayan 'Eski Dünya'da, bariz ekonomik güçlükler yaşayan İngilizlerin, umulmadık bir hızla, bu kez “Doğu”dan yükselen “Yeni Dünya”nın zenginliği karşısında, 'milli değerleri'ni yeniden canlandırarak, mevzilenmeye çalışıyor olması. Aslında Brexit ayrımından sonra da hem mali hem siyasi olarak 'güçten düşmüş’ Avrupa'nın tümünde benzer bir hava yok mu?
Yani tüm bunlara sadece “hamaset" veya “faşizm” diyerek geçmek için, hala 'eski zaman olur ki' alışkanlıklarında düşünecek kadar küçük bir dünyaya hapsolmuş olmamız gerek…
Şayet bundan başka bir bakış açısı görüyorsanız, biz en azından bulguları sizin için hazırlamış olduk. Aşağıdaki listeye bir göz atınız...
1972’den beri İngiliz sinema ve TV tarihinde Churchill filmleri…
- 1972 | Young Winston | Yönetmen: Richard Attenborough | IMDb puanı: 6,7
- 1974 | The Gathering Storm | TV Movie | Yönetmen: Herbert Wise | IMDb puanı: 8
- 1981 | Winston Churchill: The Wilderness Years | TV Mini Dizisi | 8 Bölüm | IMDb puanı: 8,8
- 1992 | The Complete Churchill | TV Mini-dizi | IMDb puanı: 6,9
- 2002 | The Gathering Storm | TV Movie | Yönetmen: Richard Loncraine | IMDb puanı: 7,6
- 2003-2014 | Churchill | TV dizisi - 3 bölüm | IMDb puanı: 8,1
- 2009 | Into the Storm | TV Movie | Yönetmen: Thaddeus O'Sullivan | IMDb puanı: 7,1
- 2010 | Winston Churchill: Walking with Destiny (USA) | Biyografik belgesel | Yönetmen: Richard Trank | IMDb puanı: 7,7
- 2012 | The Churchill | TV dizisi 3 bölüm | Yönetmen: David Starkey| IMDb puanı: 7,4
- 2013 | '45 Ruhu | Tarihi Belgesel | Yönetmen: Ken Loach | IMDb puanı: 7,1
- 2015 | Winston Churchill: A Giant in the Century | Belgesel-Televizyon Sineması| IMDb puanı: 7,7
- 2015 | Churchill - (USA)| Yönetmen: Gary Saderup |
- 2016| Churchill's Secret | TV Movie | Yönetmen: Charles Sturridge | IMDb puanı: 6,7
- 2016-2018 | The Crown | TV Dizisi | Yönetmen: Peter Morgan | IMDb puanı: 8,7
- 2017 | Churchill | Türkiye -28 Temmuz 2017 | Yönetmen: Jonathan Teplitzky | IMDb puanı: 6,5
- 2017 | Darkest Hour | Türkiye’de 2 Şubat 2018 | Yönetmen: Joe Wright | IMDb puanı: 7,4