Engellilere layık görülen şehir işkencesi önlenebilir mi? (1)
Ulusal Engelli Veri Sistemi’ne göre 2023 yılında, Türkiye’de; 526.137 kişinin ya görme ya da ortopedik engeli bulunmaktadır. Ulusal Engelli Veri Sistemi’nin sunduğu istatistiklerin, dünya ortalamaları ile uyuşmadığını ve ciddi eksikliklerinin bulunduğunu daha önce yazmıştım.
Eksik ama, 526.137’nin doğru bir istatistik olduğunu varsayarsak; kaldırımda, çarşıda, parkta, otobüs durağında, metro istasyonunda, hastane koridorunda, vapur iskelesinde yanından geçip gittiğimiz her 162 kişiden birinin beyaz bastonlu, tekerlekli sandalyeli, koltuk değnekli veya protezli olması gerekmez mi?
İstanbul’un sokaklarında günde 3-4 saatlik yürüyüş çilesi çekerken binlerce insanın yanından geçerim; ama rastlayabildiğim görme veya ortopedik engelli sayısı, ayda 3’ü 5’i geçmez. Peki, 85,3 milyon yurttaşın ortak yaşam alanlarında, 526.137 görme veya ortopedik engelli kardeşimiz ile, neden nadiren karşılaşıyoruz?
ÇÜRÜMÜŞ SİSTEMİN ENGEL ŞEHİRLERİ
Şehir planlamacılığı, mekân ve araç tasarımları konularında; Türkiye’nin karnesinin pek parlak olmadığını sanırım yazmama bile gerek yoktur. Hızlı gelişim sürecinde, kısmen şantiyeye dönmüş şehirlerimiz, rantçı kesimlerin hırsına yenik düştüklerinden, teknik anlamda, “hayatı kolaylaştırıcı” rolünü terk etmiş; “toplumsal çile” merkezlerine dönüşmüşlerdir.
Şehrin çilelerinden en başta engelliler; devamında yaşlılar, geçici engeli bulunanlar, hamileler, hastalar, bebek arabalılar, çocuklar, iri ve şişman kimseler, çok kısa veya çok uzun boylu kişiler ve ayrıca yük/eşya taşıyanlar etkilenirler.
Şehrin hızlı ve karmaşık yaşamı ise; öyle görünüyor ki, az önce saydığım dezavantajlı kesimleri, “öğrenilmiş çaresizlik” duygusuyla hareket etmeye ve sessizce kabullenmeye zorlamışa benziyor.
Engellilerin de hak sahibi oldukları ortak yaşam alanlarının; herkesin kullanımına uygun hâle getirilmesi gibi karmaşık bir sorun, “yetkin ve inatçı bir irade” gösterilmeden çözülebilecek bir mesele değildir.
Literatürde; binaların, açık alanların, ulaşım ve bilgilendirme hizmetleri ile bilgi ve iletişim teknolojisinin engelliler tarafından “güvenli” ve “bağımsız” olarak ulaşılabilir ve kullanılabilir olması durumu, “erişilebilirlik” olarak tanımlanmıştır. Kulağa hoş gelse de etrafımızda görmeye alışkın olmadığımız “erişilebilirlik” standartları, mevzuatımızda gayet net olarak belirlenmiştir.
Örneğin, kaldırımlarımızın, tekerlekli sandalyelerin iki yönlü çarpışmadan hareket edip manevra yapabilmeleri için en az 210 santimetre genişliğinde olmaları “yasal zorunluluktur.”
Peki, hani nerede o 210 santimlik kaldırımlar? Nadiren görebildiğim ortopedik engelliler, tekerlekli sandalyelerini nerelerde kullanıyorlar biliyor musunuz?
Çoğunlukla, vızır vızır motorlu taşıtların geçtiği cadde ve sokaklarda… Tekerlekli sandalyelerini kullanabilecekleri kaldırım bulamayan engelli kardeşlerimize tehlikeli caddelerden başka seçenek bırakmamak; Türkiye’deki harabe durumdaki “erişilebilirlik” sisteminin süreğen sorunlarından yalnızca bir tanesidir.
Yeterli genişliği bile bulunmayan kaldırımlarda, beyaz bastonun menzili dışında kaldığından, 68 santimden yükseğe ve 220 santimden alçağa yerleştirilmiş veya sarkmış cisimler, örneğin kaldırım geçişini daraltan alçak balkonlar, alçağa yerleştirilmiş tabelalar, tenteler ve budanması geciktirilmiş ağaçlar, görme engelli kardeşlerimiz için birer bubi tuzağıdır.
Benzer şekilde, kaldırımlarda 6 milimi aşan kot farklılıkları, tekerlekli sandalyelerde devrilip düşmelere yol açabilmektedir. Fazla eğimli rampalar ise, ortopedik engelliye dağcılık yaptırmakla eş değerdir. Geçişi zorlaştırıp zorlaştırmadığı konusunda kafa yormadan, kaldırımlara gelişigüzel yerleştirilmiş direk, bağlantı kutusu, ağaç, durak gibi “engelli tuzakları”nın Türkiye’de çok yaygın olduğunu zaten biliyorsunuz.
Türkiye’deki “engelli yayaları yok saymak” gibi ağır sorunların çözümünde yetersiz kalan pek çok belediye başkanının, -temenni etmem ama- öyle sanıyorum ki, engellilerin kul hakları nedeniyle, cennete “erişilebilirlikleri” de, güç olsa gerek.
VARLIĞI HİSSEDİLMEYEN BİR KANUN: ‘KABAHATLER KANUNU’
Engellinin evinden dışarı çıkmasına engel olan “kuralsız şehirleşme”den başka, Türkiye’de engelliye tam anlamıyla acımasız davranan bir ticarî suistimal geleneği de vardır. Türkiye’de kaldırım işgali yapmayan bir esnaf varsa, lütfen adresini verin, gidip elini öpeceğim. Kaldırımları, iş yerlerinin bir parçası olarak kullanan lokanta, kafe, market, mağaza, nalbur vs’den başka, önlerindeki kaldırımları yığınla araba ile geçişe kapatan araba tamirhaneleri, oto yıkamacılar, oto galerileri; bırakın engelliyi, engelsizi bile kaldırımı kullanmaktan menetmektedirler.
Araba ve motosiklet sürücülerinin park yeri bulamamaları durumunda, kaldırım üzerine park etmeleri de yaygın bir durumdur. Bir de son yıllarda, düşüncesizce ve geçişi kapatacak şekilde, kaldırım direklerine bağlanmış elektrikli scooter sorunu da hızla engellilere ve engelsizlere ayak bağı olan gözde ve büyüyen meseleler arasına girmiştir.
Örneklerini verdiğim kaldırım işgallerini önleyecek bir yasa var mı? Elbette var… 2005 yılında kabul edilen 5326 sayılı Kabahatler Kanunu’na göre; “Yetkili makamların açık ve yazılı izni olmaksızın meydan, cadde, sokak veya yayaların gelip geçtiği kaldırımları işgal eden veya buralarda mal satışa arz eden kişiye, belediye zabıta görevlileri tarafından idarî para cezası verilir.” imiş… Ne kadarlık bir para cezası verilir imiş? 2024 yılı için 977 TL imiş…
Peki bu caydırıcılığı zayıf olan 5326 sayılı Kabahatler Kanunu’nun 38. maddesi, sorunu çözecek şekilde yürütülüyor mu? Cevap için uzaklara gitmenize gerek yok; sokağınızdaki marketin önüne bile bakmanız yeterli…
Kaldırımlarımızın milyonlarca ton esnaf malzemesiyle ve park edilmiş yüzbinlerce araba ile dolu olması; 977 TL’lik idari para cezasının hafif kaldığı veya seçimlerde esnafın oyunu yitirmekten korkan belediye başkanlarının yasayı uygulamakta isteksiz davrandıkları anlamına gelir.
Bir de yasanın “yetkili makamların açık ve yazılı izin veren”, yani “bazı kaldırım işgallerine yasal dayanak sunan” yuvarlak anlatısının suistimale ne kadar açık olduğunu da gözden kaçırmamak gerekir. Neticede, toplumda çoğunluğun bu yasadan habersiz olduğunu; yasayı bilenlerin de -uygulanmaz deyip- umursamadıklarını veya yetkililerce kaldırım işgallerine abartılı izinler verilmiş olduğunu düşünüyorum.
Herkesin kendine şu soruyu sorması lazım: Kaldırım işgallerini önlemek için, 2005 yılında, TBMM’deki AK Parti ve CHP’nin oyları ile kabul edilen Kabahatler Kanunu’nun herkesin, ama en çok engellilerin yararına olan 38. maddesinin belediye zabıtalarınca etkin ve gerçekçi bir şekilde uygulanıp uygulanmadığını düşünüyor musunuz?
Benim cevabım: Gözlemlerime dayanarak hayır! Bugün 30 büyükşehrin 26’sının, 51 ilin 33’ünün, 922 ilçenin 671’inin ve 390 beldenin 235’inin (kabaca tüm belediyelerin %70’inin) belediye başkanı ya AK Partili ya da CHP’lidir… Bu durumda AK Parti ve CHP’ye soruyorum: “2005 yılında, Kabahatler Kanunu Meclis’te oylanırken, belediyelerinizde uygulamamak ve süs olsun diye mi kabul oyu verdiniz?”
Şayet, AK Partili ve CHP’li Belediye Başkanları, “Zabıtam, Kabahatler Kanunu’nu eksiksiz olarak uyguluyor ve engellilerin hayatlarını zehir eden kaldırım işgallerinin tümüne birden idari para cezası vermektedir.” diyorlarsa, o zaman “Size inanmamakla birlikte, TBMM’de çıkaramayacağınız yasa yok; bir zahmet, engellileri de düşünüp idari para cezasını daha caydırıcı hâle getirmek ve kaldırım işgali iznini tümüyle kaldırmak için elinizden-kolunuzdan tutan mı var?” derim ben…
Engellileri, engellerle dolu bir hayatı yaşamaya zorlayan sistem partilerine, engellilerimizin katlanma mecburiyeti mi varmış? Bence bu meselenin de kalıcı çözümü: sorunları çözmek yerine süreğenleştiren sistem partileri yerine, Türkiye’nin devrimci çözümler sunabilen tek partisinden, yani Vatan Partisi’nden geçiyor…