Engin Geçtan’ı okutabilir miyiz?
Nice zamandır derslerimde Engin Geçtan’dan söz eder oldum. Dahası, Zamane kitabındaki denemelerinin üzerinden yaptığımız okumalarda içinden geçtiğimiz zamana bakışın neleri içermesi gerektiğini konuşur, yazar olduk.
Geçtan, orada yer alan yazılarında bir Türkiye topografyası çiziyor; bir anlamda duygu atlası, kimlik refleksleri, oldurulamayan halleri, yaşadığı durumların insandaki karşılığını/yerini irdeliyor. Ona, duygu analizcisi de diyebiliriz!
Geçtan’la okurumuzun buluşması ötelere, İnsan Olmak’a (1983) dayansa da; psikiyatri alanındaki kitaplarının yanı sıra romanlarıyla da öne çıkması onun ne dediğini irdelemeye bizi daha çok yöneltti.
Kendi payıma Geçtan’ın toplumu/insanı okuma biçimini irdeleyici/sorgulayıcı bulmamın ötesinde, getirdiği bakışın her birey için önemsenmesi gerektiğini düşünürüm. Özellikle de anne-babaların, eğitimcilerin, yöneticilerin, gençlerin onu okumalarını kaçınılmaz bulurum.
Kuşkusuz onu okumak bir Freud, bir Jung okuması gibi değildir. Ama gene de benim gözümde Geçtan psikiyatriden kopmadan hayatın tözüne bakarak toplumu ve bireyi okumayı önceliyor. Yani kuram yaratmak yerine, kuramsal olabilecek verilerin analizlerine yöneliyor daha çok.
İnsana doğru yürümek düşüncesine bir açılım getirdiği kesin. Gelgelelim şunu da elden bırakmaz o, önce toplumu okumak gerek.
Bunu da şöyle kavramlaştırmak mümkün belki de: Zamanın ruhuna bakmak. Bir adım ötesi de içinden geçtiğin zamanı okumak...
Zamane (2010), içinde yer alan denemeleriyle, tam bu noktada akkor değerinde bir kitaptır.
Bir araya getirilen denemelerinde Geçtan, toplumun ruhunu okuyor. İnsana bakmadan, insanı anlamadan toplumu anlamak ne mümkün?
Gene derslerimde sıklıkla sözünü ettiğim iki temel kavramın/sorunun toplumumuzda açtığı yaraların neden/niçinlerini de Geçtan’ın yazdıklarında buluruz. Şunun altını çizerim çoğunlukla: Cumhuriyet, Osmanlı’dan iki temel sorun almıştır; ilki toprak sorunudur, diğeri de aile. Toprak sorununu çözemediği için bugün Doğu Sorunu’nu, işsizlik, üretim yoksulluk sorunlarını yaşamaktadır. Aileyi bir sorun olarak ele alamadığı için de toplumsal çözülmenin, aidiyet ve kimlik yitiminin eşiğine gelen toplumda derin bir yarılma yaşandığı gibi; iğretilikle kötülük, değersizleşmeyle çürüme iç içe yaşanmaktadır.
İşte bu noktada Engin Geçtanvari bir bilim, söz, bilinç ve duyunç insanının yazdıkları daha da anlam kazanmaktadır. Çünkü ele aldığı konular bu iki temel sorunun yaşattığı açmazlarla var olan gerçeklerdir. Üretemeyen bir toplum, aile düzenini kurup sürdüremeyen sürüleşmeye eğilimli kitleler...
NEFRET ORTAMI
Sonuçta da yaratılan bir nefret ortamı. Kirli siyaset...Adaletsiz bir ülke...İçinden cani çıkaran bir toplum...Günaşırı yaşadığımız öldürümler, şiddet, öfke, dışa taşan saldırganlık... O içteki ilkelliğin bir türlü ıslah edilememesi... Tepegözlerden oluşan bir toplum yaratma çabası...
Siz sokağı öldürür, semt kültürünü ortadan kaldırarak mahalle kavramını silip atarsanız bugün şiddetin, öfkenin, kinin ve suçun önünü açarsınız.
Bugün Özgecan’a kıyan vandalizm, Nuh’un kartopu oyununa dayanamayan canice duruş, tümüyle bunların sonucudur.
Geçtan, 1940’lardaki İzmir çocukluğunu dile getirirken şunun altını çiziyordu: “Hayatın daha kendiliğinden ve yavaş aktığı günlerdi. Kaygılar o zaman da yaşanıyordu, ama bugün baktığımda, üretilmiş kaygıdan çok, somut nedenlerle ilintililermiş gibi görünüyor. Trajedi yaşandığında acısı da içten paylaşılırdı. Kadercilikten farklıydı bu, hayatı geldiği gibi kabuldü. İnsanlar bulundukları konumu da kabul etmiş gibiydiler. Daha iyi yaşayanlara özenip onlara benzemeye çalışmazdı. Açgözlülük ve sınıf atlama çabaları yoktu, zaten kimse aniden zengin olmazdı.”
Evet, Engin Geçtan’ı okurken sorunların özüne dönük yolculuklara çıkıyoruz. İnsanı anlamaya, toplumsal çözülmenin neden/niçinlerini de o noktada sorgulamaya başlıyoruz işte.
Bugün, Engin Geçtan’ı okutabileceğimiz bir toplum yaratmanın sanki çok uzağındayız! Dilerim, zaman beni yanıltır; Geçtan’ı daha çok okur anlarız.