Ertem Göreç ya da geç kalan bir özür
Oyun bitince şah da, piyon da aynı kutuya konur der bir İtalyan atasözü… Aslında “oyun”dan murat “ölümdür” burada… Kutu içinde eşitlenmek ise farklı okunmalara yelken açar… Ama daha çok da, bir paradoks; aykırı bir duygu düşünce olarak da algılanabilir. Yani yaşamda farklı olup da, ölümde eşitlenmek gibi...
Son günlerde sosyal medya “ölüm ilanları” sayfasına döndü sanki… Her Allah’ın günü bildik, tanıdık, kitlelere mal olmuş, sevilen, tanınan, ya da değerli olup da kitleler tarafından az tanınan kişileri yitiriyoruz. Bu yoğunluk karşısında “yaprak dökümü” gibisinden klişe sözler bile yetersiz kalıyor… Bir sağanak gibi dökülüyor acılar onlarla yaşanmışlıkların üzerine…
Saymadım -daha doğrusu saymak da istemedim- son aylarda sanat dünyasında ünlü ünsüz kaç kişiyi yitirdik? Kimilerini günlerce yazıp- çizdik, kimilerine ise tek bir satırı bile çok gördük… Bu belki de, ölenlerden çok yaşayanların sorunu… Ya da popüler olup görünür olmak ile değerli olup da görünmezlikler içinde kaybolmak -belki de doğrusu saklanmak gibi –bir şey…
Amacım acıları yarıştırmak, hele hele yitirdiğimiz ünlülerle az ünlülerin ardından yakılan ağıtları ölçmek ise, hiç ama hiç değil… Yalnızca yaşarken ıskalayıp da öldükten sonra farkına varılma acısı… Amin Maalouf’un Şark coğrafyasının insanı üzerine söylediği gibi; Her şeye üzülüp de hiçbir şeyle ilgilenmemek…
Geçtiğimiz hafta, birçok değerli sanatçının yanı sıra Türk sinemasının ünlü yönetmenlerinden Ertem Göreç’i de yitirdik… Bursa, 1931 doğumlu. Ölüm nedeni ise; yaşlılık… 1960’ da Kanlı Sevda ile sinemaya giren, aralarında Otobüs Yolcuları (1962), Türk sinemasında ilk kez grev olgusunu işleyen Karanlıkta Uyananlar (1964) ile günümüzde filmi değil ama adı popüler olan Bana Derler Fosforlu (1969) filmlerini çeken, Türk sinemasında masal filmlerin prototipi olan Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler (1965) de dahil olmak üzere tamı tamına 76 film yöneten ve de birçok ödül alan, sinemadan önce milli basketbolcu olup son yıllarını Sanatçılar Evi olarak adlandırılan huzur evinde geçiren bir yönetmen.
Evet… Yaşamını 76 film sığdıran Ertem Göreç, son yıllarını kendi isteği ile sanatçılar evinde - kendisi gibi aynı yazgıyı paylaşan Tunca Yönder, Susuz Yaz filminin oyuncusu Ulvi Doğan ile birlikte- geçirdi. Ama sinemayla olan ilgisini hiç kesmedi, gala, açıkoturum, söyleşi gibi her bir etkinliğin değişmez konuğu ya da dinleyicisi oldu…
Belki yalnızlığının, belki de üretememe koşullarının beraberinde getirdiği hırçınlığı ile ne yazık ki birçok istenmeyen tartışmaların da öznesi konumunda oldu. Son on yılında Türk ile Türkiyeli sözcüklerine gereğinden fazla kafasını takması, hem onu, hem de tartıştığı ortamları tedirgin etti.
Ama sanatçılar evinde, kuşatılmış onca kırgınlıklar ve de yalnızlıklar içinde tek başına, ilerlemiş onca yaşına rağmen tüm olumsuz koşulları zorlayarak, belki de yaşamında ona hiç ihanet etmemiş, en vefalı bir dostu, Karanlıkta Uyananlar filminin kitabı üzerine çalıştı… Her gün, her saat, sabahtan akşama dek, bu filme ilişkin kitaba yazacağı birkaç satır için bıkmadan, usanmadan, arayıp durdu…
İşte o defalarca arananlardan biri de bendim… Özellikle yazmamı çok istedi…
Hatta matbaada olan kitabın baskınını da yazımı beklemek için durdurabileceğini söyledi… Ama olmadı…
Bir türlü, fırsat bulup da onun çok istediği yazıyı kitabına yazamadım… Oysaki istenilen birkaç satırlık yazı işin bahanesiydi… Her çalan telefonun onun yalnızlığına açılan bir ses, bir unutulmamak, ben de varım diyen bir çığlık olabileceğini ancak çok sonraları fark edebildim… Uzanan eli ıskalamış, benden aralamamı istenilen kapıyı kapamıştım…
Yaşamın rutin koşuşturmaları çoğu zaman bir şeyleri ıskalatıyor size…
Ancak ıskaladıklarınızın değerini yitirdikten sonra anlayabiliyorsunuz ama o zaman da iş işten geçmiş oluyor…
Shakespeare’in dediği gibi; bazen “geç kalan teselli idamdan sonraki affa benzer…“ Benimkisi gibi…
Işıklar içinde kal demeyeceğim Ertem abi… Çünkü sen zaten mesleğin gereği hep ışıklar içinde çalışıp, ışıklar için kaldın…