23 Kasım 2024 Cumartesi
İstanbul
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Eski Fotoğraflar

Onur Caymaz

Onur Caymaz

Eski Yazar

A+ A-

Fotoğraf, photo graphia, ışıkla çizmek demek. Peki ne çiziliyor acaba ışıkla? Brecht, fotoğrafı gerçekliğin yansıması değil, yansımanın gerçekliği olarak tanımlar. Gerçekten yansıyan nedir peki, gerçek mi? Gerçek nedir o halde? Yeraltından Notlar’da, Bay Fyodor, kusursuz bir hastalık diye tanımlıyor gerçeği. Eski Yunan dilinde gerçek, aletea yani unutmamak demek, çok güzel hareket! Unutturmamak, zaten tam da fotoğrafın yaptığı şey. Gerçek, unutulmuyor. Gerçek, bir an çünkü, sadece o an. Sonra Cemal Süreya’nın bir şiiri var Fotoğraf diye: “Kadın, güzel anılar gibi güzel” diyor bir dizede. Melih Cevdet de fotoğraf anlatır bir şiirinde, şiirle fotoğraf yakın zaten birbirine: “Dört kişi parkta çektirmişiz / Ben, Orhan, Oktay, bir de Şinasi... / Anlaşılan sonbahar / Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli / Yapraksız arkamızdaki ağaçlar...” Fotoğraf, artık geride kalan kayıp zaman. Zaman nedir peki, kimse bilmiyor bence.

Yine de fotoğrafı biliyoruz, on dokuzuncu yüzyıl mucizesi! Albümlerde saklanmış, zarflarla gönderilmiş bir yerden bir yere. Sayfalar arasında saklanıp el etmiş geçen senelere. Kanıt olarak kullanılıp can yakmış, resmi belge. Gazetelerde yayımlanıp meşhur etmiş insanları. Boşananlar mesela, saklar mı nikâh fotoğraflarını? Duvarlarda duran ölmüş aile büyükleri, nereye bakar geceler boyu! O üzgün yüzlü paşa kimdir, o adamın gömlek yakaları neden öyle, neden hayat diye bir şey var, neden ölüler mesela, çoktur yaşayanlardan... Bir eşik taşıdır fotoğraf. İnsanın taş tabletten çıkıp da internetten dizi izlediği sürece giden yolda dönülen köşe. 1889’da George Eastman fotoğraf filmini bulunca temeli atılan sinema fotoğrafçılığı nasıl değiştirdiyse fotoğraf da ressamlıkta birçok şeyi değiştirdi. Hatta bilirsin, çoğu insan resim der fotoğrafa, değil mi? Fotoğraftan, sinemadan sonra yazılan roman da bunlardan öncekiler gibi olmayacaktı. Fotoğraf makinesi o vakitler bilinseydi Jane Eyre öyle uzun sürer miydi? Artık yaşamayan kişileri öpmeye yarar fotoğraf. Birinde kalmış bir fotoğrafının yırtıldığını düşünsene! Bir yerlere atıldığını, yakıldığını, sırtına kalemle bir şeyler çizildiğini. Bir yerlerden düşüldüğünü fark etmez misin bazen sen de!

Hiç kitap okumayıp çok gezen ya da evinden çıkmadan hep kitap okuyanlar daima sorar; çok okuyan mı bilir, çok gezen mi diye. Okumak, dünyayı başka birinin gözüyle görmek; gezmekse sadece kendi gözünle yorumlanacak bir dünyada akıp gitmektir. İkisinin ortalamasını almak gerek. Ne sadece çok okumak, ne de sadece çok gezmek! Bir ruh yakalamalı insan. Fotoğraf, tam da bu görme işinde işe yarar. İyi roman nasıl başkasının gözünü edinmekse fotoğraf da başkasının gördüğünü görmek.

Fotoğraf diye bir şey olduğu, bizde ilk kez 28 Ekim 1839 tarihli Takvim-i Vekayi’de duyurulmuş, gazeteyi okuyanlar bilir! Bir fotoğrafta ilk insan da aynı yıl görünmüş. François Arago, evinin çatısından Paris’te bir bulvarı görüntüler, tesadüfen bir insan da kadrajda bulunur. Nereye gidiyordu acaba o adamcağız, kimdi? Dünyanın ilk fotoğrafında görünmek nasıl şeydi? Esasında daha önceki fotoğraflarda da insanlar manzarada yer alıyordu ama hareketli oluşları ve fotoğraf çekiminin çok uzun sürmesi dolayısıyla görünemiyorlardı. Ama Arago’nun fotoğrafındaki adam, ayakkabı boyattığı için sabit duruyor, çevreye bakıyordu... Böylece ister istemez net hale geldi.

Peki, eski bir şarkı fotoğraflardan neden duyulmaz mesela, hem kokular da duyulsa ya! Anneannem ölmüştü geçen kış, kitaplıkta şiirlerin orada duruyor fotoğrafı. Orada, gülüşüyle bekliyor. Kırmızı ciltli eski ajandamda bir delikanlılık fotoğrafım var, iyi bir çocukmuşum. Cüzdanımda Nar’ın fotoğrafı... Düğün fotoğrafları var, karton kılıfıyla birlikte düğün salonunda, çıkışta satılan; kartonun üzerinde mekânın ismi, telefonu yazar. Arıyorum o numaraları, kimseler çıkmıyor artık. Doğum günü fotoğrafları, bir zamanlar herkesle herkesin iç içe yaşadığını anlatmakta, ne güzel sofralar kurulmuş, muşamba masa örtülerinde harika salatalar, salonlara kimse girmezmiş; eşyaysa sadece misafirlere saklanan...

Güldüklerimizi desteler fotoğraf. Eskiden bir gün adaya gidilmiştir, gül derler. Gül ki fotoğraf çekelim. Geçmişte de sanki hep gülmüşüzdür. Gerçeklik üç boyutlu, hatta dört olduğunu da biliyoruz bugün (zaman var); fotoğrafıysa biraz yoksul ve bizim kılan iki boyutlu olması; en azından şimdilik. Boyut iki belki ama anısı dağılıyor sonsuzluğun ufkuna. Fotoğraf, neyi kaçırdığını anlatır insana. Bir I harfi ekler, an denilen şeyin sonuna.

Fotoğraf deyince önemli kitaplar da var; Roland Barthes ve Susan Sontag’ın fotoğraf üzerine yazdıkları başyapıtlar. Tamam da soru şu: Bugünkü dijital çağda, tüm bunların anlamı ne? Sosyal medyada eskimesine bile gerek kalmıyor fotoğrafların. Efektlerle eskitiliyor. Eskiden filme kaydedilir, gidip fotoğrafçıya teslim edilirdi. Sonra birkaç gün heyecanlı bekleyişle geçerdi; geçmişin, kağıtlarda nasıl çıktığını öğrenilecekti. Oradaki bekleyiş, emek, bu sihirli kâğıtları daha değerli kılıyordu. Sahiden, kâğıttı onlar bir zamanlar, artık kâğıt da çekildi hayatımızdan. Emek ve sevda vardı. Bilemiyorum, belki eski kafalıyım bu konuda. Çekmeden önce film rulosu makinenin içine sarılırdı. Çekilenleri özenle saklardık albümlerde. Saklamanın da büyüsü vardı. Özeldi, like’layıp geçmiyorduk. Biraz da zamana karşı tutumlu olmamızdı fotoğraf; ona bakmak için özel zaman ayrılırdı. Şimdi otobüste, vapurda bile beğenip geçiyoruz. Aslında gerçekte hiçbir şeyi beğenmeden, emeksiz, sevdasız, heyecansız yaşıyor, idare ediyoruz.

Yazarın Önceki Yazıları Tüm Yazıları