Eski gazeteler ve bir de bugünküler
Ekim geliyor. Sonbahar, en sevdiğim ikinci mevsim, sabahları yine erkenciyim. Eskiden yazardım, şimdilerde okuyorum daha çok. Sabahın bana ait kimsesiz, tertemiz saatlerinde elimde kalanları düşünüp avunuyorum: Şiirler, öyküler... Fakat bu aralar internette bir iki siteden bulduğum çok eski gazete arşivlerine fena halde merak saldım. Kayboldum oralarda. Bir zaman tünelinde geri gidiyor gibiyim...
İşte, Cahit Sıtkı’nın kitabı yayımlanmış, ilanı var: Otuz Beş Yaş. Bugün herhangi bir gazetede kim anar Cahit Bey’i! Şiir aklıma gelince nefis dize de çıkıveriyor geçmişte kalan bir yerlerden: “Ayva sarı nar kırmızı sonbahar / Her yıl biraz daha benimsediğim.” Ekimin eşiğindeyiz üstelik... Bir renk paleti gözümün önünde. Dizeyi düşlerken sakin sessiz bir koruluk, havada düşen yaprakların sesinden başka şey yok. Tanrı, zamanın sayfalarını çeviriyor. Hemen uyku açan serinlik. Bir aya varmaz enikonu soğuklar başlar. İnsanı yeniden yün hırkalara, paltolara, battaniyelere, yağmurlu bulvarlara davet eden soğuklar. Ekim geliyor ey okur... Birlikte üçüncü ekim bu... Henüz o zorlu soğuk boy göstermedi. Ama aklım dizenin renklerinde: Ayva sarı, nar kırmızı derken Türkçemizin muazzam renk dünyası... Şunlardaki şiire bak: Yavruağzı, gülkurusu, camgöbeği, gece mavisi, su yeşili, ayva sarısı, nar kırmızısı...
Halkımızın dilden doğurduğu güzellik. İran’dan bize uzanan nesrîn’e yabangülü diyen hangi hemşerimizdi? Farsça çiçek olan gul kelimesini gül eyleyip, oradan gülümsemek fiilini türeten nasıl biriydi acaba? Gülüşlerle, gülün pembeli baygın kokusunun birleştiren sebep, bir sevgili miydi? Şunların da güzelliğine hele: Hanımeli, kasımpatı, kartopu, vapurdumanı... Çiçek adı bunlar, çiçekler zaten güzel de bu isimleri bulan kimdi? Katır kelimesine tırnağı iliştirip bir çiçeğin adını katırtırnağı koymak hangi şaire düştü! Toprakta kaç katırın ayak izini sürdü de acaba, bu güzelim sarı yamaç çiçeğinde böylesi şiirsel edalar yakaladı? Mutlaka şair olacak! Yavruağzı rengi tamam da onca narin bir başka çiçeğe aslanağzı diyecek cesareti gösteren çocuk gönüllü yabancı kimdi, hangi dostumuz çiçekte böylesi bir imge yakaladı?
Yaşam değiştikçe dilin kimi güzellikleri de kaybolup gidiyor. Yerine başka güzellikler ekleniyor mu bilemem. Bugün benim gördüğüm, “sıkıntı yok” ile “aynen”den başka güzelliğimiz (!) yok. Umarım vardır da ben görmüyorumdur. Yaşamlarımız değiştikçe... Şu kelimeye bak, unutulup gitti mesela: Kapıyavrusu. Eski, büyük kapıları her zaman tamamen açmamak için ortalarında açılan küçük kapılara deniyormuş. Artık daracık evlerde yaşadığımızdan kelime de kalkıp gidiyor sözlükten. Kimsenin kapısı öyle büyük değil artık. Kimsenin kapısı, açılmıyor kimseye.
Eski gazeteleri karıştırıyorum bu aralar diyordum. Yenilerinde Atatürk’ün milliyetçi olmadığını iddia edebilecek garip adamlar olduğundan yavan geliyor belki. Eskiden Memet Fuat, Melih Cevdet köşe yazardı; şimdi durum öyle beter ki insanın içinden bakmak gelmiyor. Bir zamanlar saçma sapan kanallarda çoluk çocuğa darbuka çaldıranlar, televizyona çıkıp iki kelimeyi bir araya getiremeyenler bile köşe yazarı şimdilerde. Okunmuyor. Milliyet’te Peyami Safa’nın, Haldun Taner’in öyle yazıları var ki! Hal böyle olunca eskilerden vazgeçilmiyor. Bizim yazdığımız köşeler, kimseyi dört köşe etmiyor artık zevkten.
Gel bak! 1965’ten bir yazı. Adviye Fenik yazmış. Takıldığı şey öyle ilginç ki... “Ajansta” bir haber duymuş yazarımız: “İngiliz başbakanı Vilson, Paris’e gelmiş, kendisine İngiliz dış işleri bakanı eşlik etmiş...” Sana çok normal gelen bu ifadeyi ayıplıyor Adviye Hanım. Sana bana bugün artık öyle şeyler normal geliyor ki bunlar yanında solda sıfır! Yakışık alır mı diyor kadıncağız: “Eşlik” etmek ne demek diyor? Bu kelime, bir adamın karısı olmak demek değil mi diyor. İngiliz dış işleri bakanı, başbakan Vilson’un karısı mı olmuş geçici süreliğine diye soruyor. Bunca sıkıntı arasında tek dertlerinin kültür ve Türkçe olduğunu görüyoruz bu insanların çoğunun.
Sağcı solcu da fark etmiyor! Bugün biz neyle uğraşıyor, neye karşı savaşıyoruz acaba? Sözde aydınlarla mı, yoksa kendini aydın sayan, okuduğunu, bildiğini bile doğru dürüst bir yere oturtamamış kişilerle mi! O eski devrin insanı, öğrendiklerini birey olarak hazmetmişti. Bana öyle geliyor. Ne bileyim; sağ sol fark etmez, bir Hüseyin Cahit Yalçın, bir Şükrü Baban, bir Ahmed Emin, bir Yunus Nadi, Falih Rıfkı, Sertel, Adnan Adıvar vs. Ne diyorum, sağ sol işi değildi onlarınki sadece. Hepsi, öz varlıklarını geçmişteki Osmanlı ruhundan, az ötedeki Avrupa’dan, ayaklarının altındaki kadim Doğu’dan, Anadolu İhtilali ve cumhuriyet süzgecinden geçirmiş, hayatta bir özgül ağırlığı olan kimselerdi. Yeri geldiğinde siyasi kimliklerini bırakıyor, en önemli değerlerine, var oldukları toprağa sahip çıkabiliyorlardı. Herhangi bir yazılarında, sıradan bir şey için birileriyle tartışırken bile ortalama bir zarafet takınıyorlardı...
Meraklısı arasın, çoğu, üniversite kürsüsü gibiydi o gazetelerin. Adını andıklarım, dünyanın herhangi bir yerinde, önde gelen biriyle tartışacak düzeydeydi. İnandıklarına tam inanmış, saygın kimseler. Gerçeği, duruma göre eğip bükmüyorlardı. Sessiz sabahlarımda buluşuyoruz şimdi o Türkiye ile. Bir zamanmış. O zaman, önemli bir vaka oldu mu herkes önce Yunus Nadi ne demiş, Zekeriya ne düşünmüş diye gazete alıyormuş. Çetin Altan bir gün yazmayınca mevzu çıkıyormuş. Sanki güne bu adamlarla başlanmasa büyük kayıplar verilecekmiş... Ne diyorum: Türkiye, bir zamanmış... Şimdi çok fakiriz.