07 Kasım 2024 Perşembe
İstanbul 13°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Eylem ve söylem çelişkisi

Atakan Hatipoğlu

Atakan Hatipoğlu

Gazete Yazarı

A+ A-

6 Şubat 1937’de laiklik ilkesi Anayasa’ya kondu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 1 Şubat 2024’te şeriatın İslam'ın kurallarını temsil etmekte olması nedeniyle, ona düşmanlığın dinin kendisine husumet duymak olduğunu söyledi.
Sayın Cumhurbaşkanının Diyanet Akademisi Başkanlığı 1. Dönem Aday Din Görevlileri Mezuniyet Töreni’ndeki konuşmasını dinledim. Hayır, “laiklik elden gidiyor” demeyeceğim. Erdoğan’ın din ve şeriat konusundaki kişisel görüşlerini tartışmayı gerekli görmüyorum. Bunlar esas olarak kişisel kanaatler ve sorun tam da bu.
Sayın Erdoğan’ın konuşması boyunca kişisel kanaatlerin açıklanmasından öte sonuç doğurmayacak bazı yargılar ile çağımızın ve ülkenin gerçekleri içinde hareket etme zorunluluğu arasındaki çelişki, alttan alta sırıtıp durdu. Türk milletinin tarihteki rolünü İslam’ın bayraktarlığını yapmak suretiyle bulduğu, bu nedenle Müslüman kimliği ile Türk kimliğinin iç içe geçmiş olduğuna ilişkin sözleri tarihsel bir gerçek. Fakat içinden yetiştiği İslamcı geleneğin teorik açmazları, modern Türk kimliğinin milli ve laik karakterini “kimliksizleşme” olarak görmesine yol açıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a göre, tek parti dönemiyle başlayan kimliksizleştirme politikaları şeriatı bilmeyen, İslam’a (Erdoğan’ın anladığı ve onayladığı biçimde) inanmayan insanların varlığına yol açtı. Bunların Türkiye'ye dair hiçbir hayali, endişesi olmadığını, zihinlerinin ve kalplerinin sömürgeleştirilmiş bir güruh olduğunu söylüyor. Bu sözleri ile muhaliflerini kastediyor ise neden hesaplaşmayı Türk Devrimi dönemine teşmil etmektedir? Ve İslam’a yabancılaşmış insanları bir sorun olarak görüyor ise neden çareyi somut hukuki sonuçlar doğurmayacak kişisel önyargı ve inançlarında aramaktadır?
Tek parti döneminde Türkiye bir Devrim yapıyordu. Toplum kimliksizleşmek şöyle dursun, milli kimliğini inşa ediyor, geleceğini serbest piyasa kurallarına veya emperyalist devletlerin dayatmalarına bırakmaksızın kendisi planlıyordu. Osmanlı’nın çok hukuklu, imtiyazlara dayalı, Tanzimat’dan başlayarak sömürgeleşme süreci boyunca emperyalistlere verilmiş tavizlerle giderek yamalı bohçaya benzemiş toplum modeli, Türk Devrimi’nin getirdiği modelden daha mı erdemli ve üstündü? İslamcılığın Türk Devrimi’ni nesnel biçimde kavrayamayan zihin iklimi, günümüzü okumakta da açmazlar yaratıyor. Sayın Erdoğan bu ideolojik envanterden bir hayli etkilendiği için, şeriat gibi bir dönem işlevsel olsa da, tarihsel ve toplumsal gelişmelerle aşılmış olan olgulara, hak ettiklerinden daha büyük anlamlar yüklüyor. Bu gün Türk toplumunun hiçbir meselesini şeriat güzellemeleriyle ya da Türk Devrimi’ni suçlayarak çözemezsiniz. Varabileceğiniz yegâne sonuç, eylem ve söylem düzeyinde çelişkilere düşmenizden başka bir şey değildir.
Düşünün, bir gün milli bayram kutluyor, tek parti döneminde kurulmuş sanayi tesisleri, milli savunma hamleleri ile gurur duyduğunuzu söylüyorsunuz, öbür gün o yıllarda kimliğimizi kaybettik diyorsunuz. Oysa sömürge olmaktan kurtulmak, tam bağımsızlık, araştırma-geliştirme hamleleri, milli sanayi, icatlar, patentler vb… hepsi “fikri hür vicdanı hür” insanların eseri oldu. Dünyaya ve tarihimize bir bakın, yaratıcılığın ve rasyonel davranışın hep aynı iklimde yeşerdiğini görürsünüz: Bireysel özerkleşme ve bilimin rehberliği... Türk Devrimi’nin meselesi dinden kurtulmak değil, ama bazen din bazen gelenek görünümünde karşımıza çıkan ve özerk davranmamıza, kendi tercihlerimizi yapmamıza, aklı ve bilimi rehber edinmemize engel olan cemaat denetiminden, cemaat baskısından, cemaat ahlakından kurtulmaktı.
Bir de tersinden düşünelim: 22 yıldır ülkeyi tek başına yöneten hükümet, geçmiş döneme yönelik bütün eleştirilerine ve kendi milliliğine yaptığı bütün vurgulara rağmen, kendi topraklarımızda Amerikan üslerinin varlığını içine sindiriyor. Emperyalist merkezlerin kendi komşularımızı dinlemesine, Kürecik radar üssünün İsrail’in güvenliğini sağlamak için İran’ı izlemesine izin veriyor. Serbest piyasa ekonomisine müdahale etmekten, planlamadan, rantiyeyi vergilendirmekten ve ABD’yi kızdırmaktan ödü patlıyor. Erdoğan, FETÖ’nün dini kavramların ardına saklanarak yol kat ettiğini söylüyor ama çareyi din adamlarının halka dinin doğrusunu anlatmalarında buluyor. FETÖ’cülerin anladığından farklı olarak, o doğru dinin ne olduğunu kendisinden başka bilen yok!
Sayın Erdoğan’ın üzerine özel biçilerek hazırlanmış bir Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde, onun kişisel kanaatleri ile devletin kurumsal işleyişi arasındaki denge bozulduğu için, eylem ve söylem arasındaki makas açık vaziyette ortada duruyor. Bu koşullarda ne kimliksizleşme tehlikesinin Türk Devrimi’nden, milliyetçilik ve laiklikten değil, emperyalist sistemin yarattığı tahribatlardan geldiğini anlayabiliyorlar ne de FETÖ ile mücadeleyi kurumsallaştırabiliyorlar.

FETÖ Recep Tayyip Erdoğan