Eylül Sonu...
1849 Eylül'ünün sonuydu.
Dar sokakların birinden güçsüz adımlarıyla çıkıp Tuna kıyısındaki bir ağacın altına oturdu Julia. Bir zamanlar gençlik önderi olan, devrimi ateşleyen kocasının sarsıcı şiirleriyle yankılanan Peşte Bulvarlarına acı bir sessizlik hakimdi şimdi. Macar halkı derin bir yas içindeydi...
Birden gözyaşlarına boğuldu Julia. Kucağında sessizce meme bekleyen oğlu Zoltan'ı sımsıkı bastı bağrına. Kocasının öldüğüne aylardır bir türlü ikna olmuyordu. Macar ordusuna komuta eden General Jozef Bem ve Layoş Koşut'un, sağ kalan diğer komutanlarla ve binlerce askeriyle düşmana esir düşmemek için Osmanlı Devleti'ne sığındıklarını duyduğundan beri, kocasının da onların arasında olduğuna inanıyordu. Kendisine teselli sözleriyle yaklaşanlara, “Şandor ölmedi!” diyordu Julia hıçkırarak, “Mutlaka geri dönecek, evimizin kapısını bir sabah güneşiyle çalacak!”
Bu umut dolu sözleri, dostlarını daha çok kederlendiriyordu...
Önce kocasının can verdiği Şegeşvar cephesine gidip onun izlerini aramalıydı. Bulamazsa, İstanbul'a seyahat izni almak için Peşte'deki dostlarından yardım istemeliydi...
Fakat, kapısını çaldığı dostlarının ağzından umutlu tek sözcük çıkmıyordu. Kocasının acı sonunu, dul kalmış diğer Macar kadınları gibi, evlatlarını yitirmiş gözü yaşlı anneler gibi Julia'nın da artık sabırla, olgunlukla kabullenmesi isteniyordu. Büyük bir hayal kırıklığı içindeydi Julia. Macar halkının onu, 'Ulusal Dul, Ulusal Anne' gibi onur verici sözlerle anmaya başladığını yazıyordu Peşte gazeteleri. Fakat, henüz 21 yaşındaki Julia'ya, taşıması güç sorumluluklar yüklemekteydi bu seslenişler. Ne yapacaktı bundan sonra? Kucağındaki yetim oğluyla nereye sığınacak, nasıl bir yaşam sürecekti? İnatla diri tuttuğu son umutları da Tuna'nın bulanık sularında bir bir boğuluyordu...
Evliliklerinin ilk günlerinde kocasıyla Koltó kırlarında geçirdikleri sevda dolu günlerin anısı hâlâ taptazeydi yüreğinde. Eylül güneşi altında, başı kocasının omzuna dayalı yürüyüşlerini ve ulu bir ağacın gölgesinde Şandor'undan dinlediği o hüzünlü şiiri anımsadı Julia. Gece yarısı, karısının güzel yüzünü mum ışığında izleyerek yazmıştı o şiiri kocası. Ve okuduktan sonra şiiri yazdığı hasır kağıdı karısına armağan etmişti.
Julia'nın acılı yüreği hızla çarpmaya başladı çantasından şiiri çıkartırken. Şiiri ilk dinlediğinde süzülen gözyaşları, kocasının el yazısına damlıyordu şimdi:
Eylül Sonu
Solmadı henüz vadideki çiçekler
Hâlâ yeşil avludaki söğütler.
Bak, oysa yaklaşıyor kış,
Uzak dağlara karlar çoktan yağmış.
İçimde hâlâ harlı bir yaz sıcağı var,
Yüreğimde kıpır kıpır bir bahar,
Karışsın siyah saçlarıma kar taneleri,
Varsın düşsün başıma kırağılar.
Solacak çiçekler, eriyip giden yaşam gibi
Gel otur yanıma karıcığım, yasla başını omzuma!
Söyle, ölürsem yarın senden önce,
Gözyaşlarınla kapanıp toprağıma,
Örtecek misin üstümü ıslak yas duvağınla?
Kamaşırsa gözlerin bir gencin sevdalı bakışlarıyla,
Atacak mısın benden aldığın adını,
Yeni bir aşk uğruna?
Dulluk örtünü bir gün çıkardığında,
Bir bayrak gibi as onu mezarımın çarmıhına.
Çıkarım bir gece yarısı karanlık kuyumdan,
Alıp götürürüm siyah yas örtünü,
Silmek için sana akıttığım gözyaşlarımı.
Ve onunla sararım,
Tez unuttuğun yaralı yüreğimi.
Sonsuza değin seveceğim, mezarımda bile seni.
'Eylül Sonu' (Szeptember Végén), Petõfi Sándor, Eylül 1847.
Macarca ve Almancadan Çev. İmre M. Ocsko, Selçuk Ülger.