Festivallik filmlerin gişedeki fiyaskosu
Ulusal ve uluslararası festivallerde ödül kazanan filmlerimiz, kimi olumlu eleştiriler almasına karşılık, ne var ki, gişede istenilen ve arzu edilen başarıyı bir türlü yakalamayı başaramıyor. Bir avuç seyircinin izlediği filmler, yalnızca aldığı ödüllerle yetinmek zorunda kalıp, izlenmemiş olmanın beraberinde getirdiği “hatırlanmayacak filmler” kervanına katılıyor.
Sinemamızın yaklaşık son beş yılına egemen olan durum bu. Elbette ki bu izlenmemiş ya da hatırlanmayacak filmler kervanına katılan her film bunu hak etmiyor, en azından bu tür filmlerin, belirli sayıda da olsa, asgari düzeydeki izleyenini loş salonlara çekmesi bekleniyor. Daha doğrusu umut ediliyor. Ama ne var ki bu da olmuyor.
Diğer bir açıdan, hatırlanmayacak filmler kervanına katılan film sayısının her yıl katlanarak çoğalmasının tüm suçunu izleyene de yüklemek pek doğru değil. Bu kategoriye giren çoğu filmin, bırakın seyirciyi bir yana, gösterilecek sinema dahi bulması başarı sayılmalıdır. Oldukça kişisel durumları-öyküleri anlatan bu filmlerin festivallerde nasıl öldüğünü artık bilmeyen yok. Çünkü ulusal festivaller yarışmaya katılan filmler arasından en iyisini seçiyor ve onu ödüllendirmek zorunda kalıyor. Zorunda kalıyor diyorum, çünkü festivallere katılan filmlerin bir çoğu, festivale katılacak nitelikli film olmamasından yararlanıp bu kulvarda yarışmak zorunda kalıyor. Hal böyle olunca da, her biri ticari bir işletme olan sinemalar, festivallerin bu açığını doğal olarak, kapatmıyor, ara sıra kapatmaya çalıştığında da gişe açısından istediği sonuca varamıyor.
Bir festivalde, oldukça geniş bir sinema salonu ağına sahip kişiye, bu yarışmada izlediğiniz kaç filmi sinemalarınızda göstereceksiniz, diye bir soru sormuştum. Aldığım yanıt ise, herkesin kolaylıkla tahmin ettiği gibi, hiçbirini, olmuştu. Gerçekten de o filmlerden hiç birini göstermedi. Bu da, ödül kazanmakla, bir sinemada gösterime girmek arasındaki o garip çelişkiyi ortaya koymaya yetmişti.
Seyirci karşısına çıkamayan filmler
Garip ama gerçek olan bu çelişkinin özünde, birçok kişinin artık seyirci için değil de festival için film yapma gerçeği yatıyor. Zaten birçok yapımcı-yönetmen de bunu açıktan açığa değilse de üstü kapalı olarak ima etmekten çekinmiyor.
Peki böyle bir şey olur mu? Seyircisinin karşısına çıkmayan, çıkamayan bir film, nasıl olur da sinemamıza şu veya bu şekilde bir katkı sağlar? Ya da katkı sağlaması düşünülür? Sanırım esas sorun burada. Bu tür filmler, belirli bir seyirciye ulaşılması için mi, yoksa yapanların aldıkları ödüllerle statü kazanması için mi yapılıyor? Bu tür filmlerin aldığı ödül miktarıyla, seyirci sayısı kıyaslandığında, ne yazık niçin yapıldığı da ortaya çıkıyor.
Kuşkusuz yalnızca ülkemizde değil, tüm dünyada bu tür filmlerin geniş seyirci yelpazesine sahip olmadıklarını biliyoruz. Üstelik bir filmin niteliğinin seyirci sayısıyla ölçülemeyeceği de bir gerçek. Ama tüm bunlara rağmen iki, üç bin seyircinin altında seyirci toplayan filmleri hangi kategoride değerlendireceğiz? Ya da değerlendirmemiz gerekir. Sanırım sorun burada. Kamerayı eline, destekleme kurulundan aldığı yardımı cebine koyup, festivallerdeki eş/dostun yardımıyla da ödül kazanan bu tür filmler gereğinden fazla piyasaya sürülünce, yönetmeni bol, üretimi bereketli ama seyircisi olmayan bir sinemaya dönüşüyoruz. Bu da sinemamızın geleceği için pek hoş bir şey değil.