Fildişi kule ve çevrimiçi aydın
Kil tabletten elektronik sayfalara kadar nice kılıklara girmiş kitap, kendisi ve doğurduklarıyla büyük bir serüven yaratır. Bu serüven yaşamın derinliklerinden ve insanın zihninden güç alır, yeryüzünde okuma edimini bizimle tanıştırır. Okuma eylemini anlamaya çalışan Alberto Manguel “yaşamak dünyanın kitabında yolculuğa çıkmaktır, okumak yani bir kitabın içinde yolunu bulmak ise, yaşamak, dünyanın kendisinde yolculuk etmektir” derken birbiri içine sığınmış, sığmış kitap ve okuma eyleminin girift yapısını ortaya koyar.
Manguel, derinleşmeye ve yoğunlaşmaya kendini adamış bir yazar olarak karşımızda duruyor. Bilindiği üzere Alberto Manguel “okumanın okuması”na yoğunlaşan bir entelektüel. Öğrenciliği süresince usta yazar Jorge Luis Borges’e dört yıl boyunca okuma yapan Manguel’in büyük düşünce ve üretim nehrinin içinde yoğunlaştığı konunun “okuma” üzerine olması pek de şaşırtıcı değil.
“Okumanın Tarihi” ile başladığı okumayı anlamlandırma çalışmalarına “Okuma Günlüğü”, “Geceleyin Kütüphane”, “Kelimeler Şehri”, “Okumalar Okuması” kitaplarıyla devam eden Manguel ilk kitabında irdelemeye çalıştığı metaforların izini sürerken eksik bıraktığı, daha da derine gitmeye fırsatının olduğu birçok konuyu “Gezgin, Kule ve Kitapkurdu- Metafor Olarak Okur” kitabında bizlere açımlıyor. Merak dürtülerini araştırma ve anlamlandırmaya vakfeden Manguel, okuru o büyük ve tek kitabın uçsuz bucaksız satırlarında dolaştırıyor.
Tanrı’nın kitabını okumaktan öteye geçip, kendi kitabını yazmaya başlayan insanlık, kendi kendisinin tanrısı olmaya da o zaman başladı. Din olgusunun kapsayıcılığındaki okuma eylemi, Rönesans düşünürleri ve aydınlanmayla birlikte kısıtlayıcı hükümranlıktan kurtuldu. Önceden bir "günah" sayılan okuma eylemi "erdem" sayılmaya başladı. “Kitap Tanrı’nın sözünün dünyada yol alacağı taşıt” olmaktan çıktı, yaşamın ve insan aklının temsili haline geldi. Manguel'e göre kitabın "yol/yaşam" imgesine bürünmesi de insanın ipleri eline alması ile gerçekleşti. Okur/insan, kitaplar yoluyla zamanın ve mekanın dışına taşabildi, zamanı ve mekanı yönetebildi. “Okurlar hayal gücünün uçsuz bucaksız topraklarının tek bir paragrafla geçilebileceğini, bir tek cümleyle asırları geride bırakmanın mümkün olduğunu” görebildi.
Manguel’de gördüğümüz üzere, okuma eylemi bizi insanlığın ayak izlerinde yürütüyor, bizi düşsel bir dünyanın kapısından sokarak dünün, bugünün ve geleceğin kucağına atıyor, gerçek olanın veya olmayanın değişkenlerini yansıtıyor. Uzağı yakın, bazen ise yakını uzak kılarak zihnin yaşamı betimlemesinde zaman mevhumunu bulanıklaştırıyor ve bir sorgulamaya yol açıyor.
DERİNLEŞMEK İÇİN SOYUTLANMAK
Manguel'e göre; kendini bir metni keşfetmeye adamış okur; Kral Gılgamış'la Uruk’tan Ölüler Diyarı’na giden, ondan üç bin yıl sonra kendini Dante’nin karanlık ormanında bulabilen bir kaşif, bir serüvenci, bir gezgindir. Okuru bir takipçi olarak düşünmek gereklidir; o bir izsürücüdür, öncü değildir. Manguel'e göre öncü; okunacak metni yaratan, izi oluşturan, düşünceyi ve deneyimi söze, sözcüğe terkedebilendir. Manguel “insanın tutkuları ve dünyanın kendisi bizim sözcüklerle aktarmaya mahkum edildiğimiz somut bir varlığa sahiptir.” derken, yaratmanın ve aktarmanın aslında zorunluluğa dayandığını savunur. Ona göre; deneyimlerini zihnin dehlizinden geçirip kelimelerle somutlayan ve metaforlar üreten insan, sözcüklerle özdeşleşir. Gerçekliği sözcüklere koyarken, sözcüklerden de bir gerçeklik inşa eder. Düşüncenin dile aktarımı yaratıcı olan aydın/yazar kişiyi derin düşünmeye ve bu yüzden de kendi içine kapanmaya itmiştir. Manguel sözcüklere dökülmek zorunda olan düşünceyi “Aklı tıkayan balgam” olarak ifade ediyor ve ona göre bu balgam vücuttan atılıncaya kadar bir inziva süreci doğurmaktadır. Bu soyutlanma durumu "fildişi kule" metaforunu da doğurmuştur. Manguel bu kavramı “aydınların dünyayı daha iyi sırtlamak adına zaman zaman dünyadan elini ayağını çekmesi” olarak açıklar. Bu soyutlanma durumu ona göre bir zorunluluktur. Montaigne de “evinde kendisiyle baş başa kalabildiği, kendi kendisine gözlerden uzak saygı sunduğu ve sakladığı hiçbir yeri olmayan adam (bence) sefildir!” der.
Ancak "derinleşmek için soyutlanma" mantığıyla üretim sürecine giren aydının durumu giderek melankolik bir hal almış, yıllar içinde toplum ve aydın kişi arasındaki mesafe açılmaya başlamıştır. Aydın ile halk arasındaki kopukluğun tarihselliğini Manguel şöyle açıklıyor: “Düşünen, yaratıcı seçkinlerle, tabansız, kıt kafalı yığınlar arasında algılanan karşıtlığın Avrupa’da çok eski bir geleneği vardır.” İnsanı, yaşamı ve toplumu kulesinden kuşbakışı seyreden entelektüel/aydın yapının karşısında, açık ve geniş alanlardaki kalabalıklar duruyordur. Bu ikilem kitaplarla iç içe yaşayan aydın zümre ile kitapların uzağındaki geniş kitleler arasında geniş zamanlara yayılacak olan çatışmayı oluşturmuştur. Shakespeare “Aşkın Çabası Boşuna”da kitaba uzak duran kişiyi, aslında kalabalıkların içindeki bireyi şöyle tanımlıyordu: “Bayım, kitaptan beslenen kibarlardan o asla medet ummaz; deyim yerindeyse, kağıtla beslenmez; mürekkep içmez; aklını tazelemez; sadece alık kısımları hassas bir hayvandır o.”
Bilgelik arayışı için okuyan, düşünürken giderek çözümsüzleşen, geliştirmek isterken eylemsizleşen aydın zümre dünyayı tanımaktan çok ondan kaçar hale gelmiştir. Üniversiteler ve kütüphaneler onların korunaklı kozaları olmuş, “dilbilgisi ve cüppenin ayrıcalıklı dünyası”na sığınan entelektüeller kendi kendilerini tutsak kılmıştır. Bu kutuplaşma bağlamında Marksist düşünür Gramsci aydın kişinin önüne iki olasılık koyar: “Eleştirel farkındalık olmadan ‘düşünmek' mi, yoksa kişinin kendi dünya görüşünü bilinçli ve eleştirel bir biçimde geliştirmek mi daha iyidir?” Ona göre aydın/entelektüel “kitaplarının kenar boşluklarıyla sınırlı bir okur olarak kütüphanesinin kulesinde kalacak ya da Augistinus’un önerdiği gibi, ellerinde tuttuğu kitabı dünya kitabıyla yüzleştirmek üzere okumasını açığa çıkaracaktır.” Okur olmaktan, yaratan olmaya uzanan bu süreçte, fildişi kuledeki aydın, bilinç oluşturma sorumluluğunu hangi zümrenin çıkarları doğrultusunda ilerleteceğini belirlemek durumundadır. Çünkü salt bir okurken gezgin olan kişi, yaratan ve yazan olarak gezginliğin ilerisine geçmiş ve artık öncü olmuştur.
Manguel “Kitaplardan Yapılmış Yaratık” bölümünde J.J. Grandville'in “Vies Publiques et Privées Des Animaux” çizimini kullanır. Manguel'in kullandığı bu “kitapkurdu” betimlemesi aydınlarımızın oturdukları yerlere tekrardan bakmalarını sağlayacak niteliktetir. Çizimde elleri, kolları sayfalarla sarılmış bir adam masanın üzerindeki büyük kitabın yapraklarını çenesiyle çevirmeye çalışmaktadır: “Peki, bu başkalaşım ona özel güçler sağlar mı? Grandville’e bakılırsa, pek öyle görünmüyor. Tuhaf yazgısına boyun eğmiş okurun elinden gelen tek şey önünde duran kitabı sayfa sayfa bellemek, fakat onun dışında her bakımdan çaresiz. Çevresindeki dünyaya hiçbir etkisi yok, hatta kağıtla kundaklanmış kendi vücuduna bile komut veremez bir halde görülüyor. Kozamsı görünümü tutsaklığından doğmak üzere olan bir kelebeği akla getirse de yeniden doğuşun, eğer olacaksa, ne zaman gerçekleşeceği belli değil. Grandville’in betimlemesinde, okunacak kitaplar olduğu sürece kitapkurdunun dünyadan kopuk yazgısına mahkum olduğu görünmektedir.”
Manguel’in derinleşmeden yana tavrının tersine yüzeysellikle ilerleyen çağımızda ise, teknolojik aletlere sığdırılmaya çalışılan okuma-yazma edimi aydın kişiyi "fildişi" kulesinde “çevrim-dışı” konuma getiriyor. Okuma eylemini ve yaratma gücünü geniş coğrafyadan koparıp küçük alanlara sıkıştırmak ya da sadece kitap satırlarına indirgemek uzun vadede tıkanmaya sebep oluyor. Bu nedenledir ki bitmek tükenmek bilmeyecek olan okuma eylemin içinde kozadan çıkabilmek de bir meziyettir. Okuma eyleminin "görünmez ağlar" üzerine kurulduğu dünyamızda “çevrimiçi” görünen aydını yaratmak yahut bulmak büyük önem arzetmektedir.
Gezgin, Kule ve Kitapkurdu Metafor Olarak Okur
Alberto Manguel
Çev: Dilek Şendil
Yapı Kredi Yayınları
116 s.