Fosforlu Cevriye ve Kostak narsistlerimiz
Bu yazıda, Türkiye’nin aydınları ile kostak ve narsisizm kelimelerinin nasıl bir araya geldiğini, kendimizce ve becerebildiğimiz kadarı ile incelemeye çalışacağız. Aslında memleketteki 200 üniversitenin sosyoloji ve psikoloji bölümlerinin, harıl harıl bu tür konulardaki çalışmalarını görmek isteriz. Ama onların çoğunluğu, galiba memleketin başka sorunlarına kafa yormaktalar ki, 85 milyonumuzu zehirleyen bu kostaklık ve narsisizm hastalıklarına eğilmeyi gerekli bulmuyorlar.
Kostak kelimesini duyunca, hep Neriman Köksal’ın 1960’larda seyrettiğimiz Fosforlu Cevriye filmi gelir aklımıza her nedense. Bir kenar mahalle kızının, özgüvenini ifade eden tarzından olmalı bu hatırlama. Türk Dil Kurumu sözlüğündeki anlamı ise biraz daha karışık. Bunun ilk anlamı zarif, kibar, çalımlı, güzel giyinmiş şeklinde verilmiş. İkincisi ise, garip şekilde, kendini olduğundan daha yüksek ve daha fazla göstermek ve biraz da kabadayılık anlamında ifade edilmiştir.
AYDINLARDAN NELER ÇEKİYORUZ!
Gelin şimdi, Neriman Köksal’dan Türkiye’nin aydınlarına, onların kostaklığına ve hatta narsisizmine geçelim. Aslında aydınların hemen hepsinin, tüm dünyada, Devlet Bahçeli’nin sürekli kullandığı deyim ile, “alayının” aynı arızadan mustarip olduğunu da ifade etmek gerekir. Bunun örneklerini de vermeye çalışacağız başka bir yazıda.
Mülkiye’den hocamız olan İlber Ortaylı’nın, ilginç bir aydın tanımı ile başlayalım söze: “Aydın üstüne vazife olmayan şeylerle de uğraşandır” gibilerden bir şeyler demişti üstadımız bir yazısında. Bununla, her aydının Leonardo Da Vinci tarzında, her şeyden anlayan biri olmasını mı öneriyordu, doğrusu anlayamadık. Ama Türkiye’nin aydın sahnesine baktığımızda, tam da böyle bir manzara gördüğümüzü de ifade edelim. Kendine aydın etiketini yapıştıranlar, asıl işleri olan her ne ise onu bir tarafa koyup, İlber Hocanın dediği gibi, üstüne vazife olmayan “her şey” konusunda söz söylemeyi ilke edinmiş görünmektedirler bugün.
TBB, TTB, TMMOB VE BENZERLERİ
Buna en belirgin iki örnek verelim: Bunlardan birincisi Türk Tabipleri Birliği’dir. Türkiye’nin tüm doktorlarının örgütü, asıl fonksiyonu olan halk sağlığı konusunda laf olsun türünden çalışmalar yaparken, enerjisinin en büyük kısmını PKK’nın gündeme getirdiği konulara harcar. Yaklaşık 110 bin doktor üyesi olan örgütün başındaki isim olan Şebnem Korur Fincancı’yı ve solculuk adı altında, hiç bitmeyen PKK destekçisi açıklamalarını hatırlayalım, yeterli olacaktır.
İkinci örnek ise, Türkiye Barolar Birliği adı altında, Türkiye’nin 70 bin hukuk insanının bir araya geldiği örgüttür. Adalet konusunun yerlerde süründüğü günümüz Türkiyesi’nde, TBB adaletin yerden kaldırılması yerine, PKK’nın adaletin elinden kurtarılmasının teorilerini yapan bir kurum haline getirilmiştir.
ÜYENİZİN İMZASINDAN SİZ DE SORUMLUSUNUZ
Örnekleri genişletecek olursak, Türkiye’nin aydın tanımı altına girebilecek hemen her meslek örgütünde, aynı arızaları görmek mümkündür. Mesela TMMOB dediğimiz Türkiye Mimar ve Mühendis Odaları Birliği de TBB ve TTB’nin kulvarında seyahat etmektedir. 678 bine yakın üyesi ile Türkiye’nin tüm mühendislik ve mimarlık ile ilgili her şeyinden sorumlu olan TMMOB da aynen az önce bahsettiğimiz diğer meslek kurumları gibi, “asıl mesleklerini” icra etmektense, siyasi muhalefet partisi gibi çalışmayı tercih ederler.
Aslında, iki sene önce 60 bine yakın vatandaşımızın katili olan deprem konusunda da kendi paylarına düşen hesabı ödemeden kaçmayı da başarmışlardır bizce. Yapılan her inşaatta, TMMOB üyesi bir mühendis ve mimarın imzası yok mudur?
Bu imzalar sonucunda, yüzbinlerce kötü apartmanı, milyonlarca insana satmamış mıdır sahtekâr müteahhitler? Ülke çapında bu tür binalara oturma izni verenler, mahalli belediyelerdeki mühendisler ve benzeri görevliler değil midir?
Bu felaketin tüm suçunu o belediye başkanının partisinin ve inşaatı yapanların üzerine atıp, örgüt olarak sorumluluktan kaçmak hangi “doğu kurnazlığıdır” acaba? Sizler kendi üyelerinizin imzalarından sorumlu değilseniz, varlığınızın sebebi var mıdır bir kurum olarak ki?
HERKES LEONARDO OLABİLİR Mİ?
Yine bu noktada, İlber Ortaylı hocamızın aydın tanımını hatırlatalım bir kere daha: “Aydın üstüne vazife olmayan şeylerle de uğraşandır”! Galiba Türkiye’nin aydını, bu tanımı tepetaklak edip, tersine bir yorumla anlamayı tercih etmiş görünmektedir: “Aydın kendi uzmanlığı alanına gireni çok iyi yapmak yerine, üzerine vazife olmayan diğer tüm konularla uğraşandır!”
Böyle olunca da halk dili ile azıcık “mürekkep yalamış” herkes, dünyadaki hemen her konuda birer “uzman” gibi laf üretmenin ustası haline gelmiştir bu ülkede. Her “aydın” ve hatta onlardan esinlenen her Türk vatandaşı, birer generaldirler, birer deprem uzmanıdırlar, birer ekonomisttirler, birer doktordurlar ve birer hemen her şeydirler. Böylesi, otuz sene öncesine kadar hiç görülmezdi Türkiye’mizde. Elbette bu ülkede bir şeyler oldu da tüm nüfus bir derin narsisizm çukuruna düşüverdi.
HER ÇEŞİT NARSİSİZM BURADA!
Yazımızın son bölümünde, bu “toplu narsisizm” pandemisine getirelim sözümüzü. Türk Dil Kurumu'na göre, narsisizmin karşılığı “özseverlik.” TDK, özseverlik kelimesini "kişinin kendi bedensel ve ruhsal benliğine karşı duyduğu hayranlık ve bağlılık, narsistlik, narsisizm" olarak tanımlıyor. Elbette hemen her konuda aşırıya kaçma eğilimi gösteren Türk toplumunda, bu masumane “özseverlik” te, TDK’nın yüklediği anlamın çok ötesinde bir dramatik boyut kazanıvermekte bugün.
Aslında çok derin ve detaylı araştırma gerektiren bu konuya, sadece kısaca dikkat çekmek istemekteyiz burada. Özellikle de şehirlerde yaşayan Türk toplumunda, gözle görünür bir “narsisizm” eğilimine hepimiz hemen her gün şahit olmaktayız. Trafikteki kadın-erkek şoförlerden, marketteki müşterilere, otobüsteki yolculara kadar toplumun her kesimi, her nereden hak ettilerse artık, “ben en iyisine layığım” kafasına sahiptir uzun bir süredir. Buna, sahip olmayı hak eden de hak etmeyen milyonlar da dahildir.
Bu “narsisizm” denilen hastalık, ülkenin hemen her alanında şiddetini göstermektedir. Türkiye’de artık mükemmelleştirilmiş birer entelektüel, politik, kişisel ve hatta dini narsisizmden kolaylıkla söz edebiliriz.
SİYASİ NARSİSİZMİN YARATTIĞI TEMBELLİK
Bu derin “narsisizm”, insanlarımızın hem kişisel hem de politik tercihlerinde de “ödün vermez” veya halk dilindeki tabir ile “kazık gibi” olmasına sebep oluyor elbette. O nedenle de siyasi parti tercihleri bile “tartışılmaz” ve “futbol takımı aidiyeti” tarzında meydana geliyor.
Solculuk da Marksistlik de milliyetçilik de muhafazakarlık da bu tür bir “narsisizm” hastalığı sonucunda, hiçbir zaman değişmeyen ve gelişmeyen ölü kavramlar halinde, 85 milyon insanı zehirliyor. İnsanlar doğruyu aramanın zahmeti yerine, narsistik “benim doğrum en doğrusudur” kafası ile, battıkları çamurda bile mutlulukla çırpınıp durabilmekteler.
Sonuç olarak, Türkiye’nin sosyolojisini ve halkının psikolojisini, ABD’nin thing-tanklarını takip edip öğrenmek yerine, milli tahliller ve analizler yaparak, Türk milletinin bu narsisizm hastalığından kurtarılmasının yolunu bulmak gerekir, en kısa zamanda. Yoksa, “Gel ha gönül havalanma, Engin ol gönül engin ol” türkümüzü mü hatırlatmak gerek her dakika?