Frankfurt’tan kısa taksi anıları
Frankfurt’ta dostlarımız Selçuk ve eşi Senar Ülger ile buluşup İtalyan pizzacıda biraz laflıyoruz. Bir zamanlar önünde taksicilik yaptığı ünlü bir otelden bahsediyor. “İsterseniz sizi bu eski otelin olduğu yere götüreyim” diyor. Kabul ediyoruz ve taksicilik anılarını yerinde dinlemek için yola çıkıyoruz. Frankfurt’un en eski otellerinden olan Steigenberger Frankfurter Oteli 1876'da tamamlanmış. Bazı kaynaklara göre, Almanya'da elektrik lambalarıyla aydınlatılan ilk kuruluşmuş. İkinci Dünya Savaşı'ndaki bombalama sonucunda binanın sadece cephesi kalmış. Bununla birlikte, Steigenberger Frankfurter lüks otel endüstrisinin temel taşı olmuş. Kraliçe Victoria, Kral Carlos, Mitterand ve Elton John gibi birçok ünlü ismi de ağırlamış.
ELVİS’İN ÜZERİNE ROCKÇI TANIMAM
Yıllarca bu otelin önünde taksicilik yapan Selçuk Bey, yaşadığı anılarını anlatmaya başlıyor. Selçuk Bey işi icabı, zaman zaman otelde konaklayan ünlülerle karşılaşmış. Bir keresinde gündüz vakti beklerken, otelden çıkan yaşını başını almış, ancak fırıldak gibi hareketli, rengarenk giyinmiş, uzun saçlı, kulağı küpeli bir müşteriyle karşılaşmış. Bu adam Selçuk Bey’in yanına gelerek taksiye binmek istemiş: “Yanıma yaklaşınca yoğun bir alkol kokusu burnumu deldi” diye devam ediyor Selçuk Bey: “Üstünü başını görüp, hareketlerine bakınca bu uyuşturucu da almıştır diye düşündüm. Benden onu bir yere götürmemi istedi. ‘Bu bitli kusar musar taksimi berbat eder’ diye düşünüp ‘Olmaz’ dedim ve arabanın kapılarını kilitledim. Adam bu sefer bir tomar para çıkarıp ısrar etti. Bu kadar parayı böyle bir adamda görünce ‘hırsız mıdır, uğursuz mudur’ diye iyice işkillendim. Adam ısrarla yaklaşmaya çalıştıkça, ben kaçtım. Taksinin etrafında fır dönmeye başladık. Dönerken bir yandan da taksiyi eliyle tutuyor, ben de elimdeki bezle dokunduğu yerleri siliyordum. Bir ara o taksinin bir tarafında, ben bir tarafında durup dinlenmeye başladık. Bana: ‘Rock müzik dinler misin?’ diye sordu. Ben de: ‘Evet’ dedim. ‘Peki hangi rock’çıyı tanıyorsun?’, ‘Elvis Presley’ dedim, bir kahkaha attı ve sonra başka bir taksiye binip gitti. Bizi bir müddet uzaktan izleyen taksici Faslı arkadaşım: ‘Onu niye taksiye almadın? O kimdi biliyor musun?’ diye sordu. ‘Kimdi?’ dedim. Faslı taksici: ‘Akşama otelin önüne gel görürsün’ dedi. Akşam otelin önüne gelince büyük bir kalabalıkla karşılaştım. Gazeteciler, insanlar, güvenlikçiler otelden birisinin çıkışını bekliyorlardı. Otelden çıkan adam sabahki adamdı, Rolling Stones’un solisti Mick Jagger’dı.”
BABAYAN’IN MUHTEŞEM ELLERİNİ TUTMAK
Selçuk Bey başka bir anısıyla devam ediyor. Yine bir gün otelin önünde beklerken taksisine bir ünlü biniyor. Selçuk Bey’in arası klasik müzikle oldukça iyi ve bu sefer piyanist Sergei Babayan’ı hemen tanıyor. Taksi yol alırken, bir yandan da sohbeti ilerletiyorlar. Babayan, Selçuk beye nereli olduğunu soruyor. Türk olduğunu öğrenince seviniyor ve biraz Türkçe de konuşuyor. Sıcak bir sohbet sonrası Babayan’ın istediği yere geliyorlar. Babayan taksi ücretini uzatıyor, ancak Selçuk Bey iki elinle Babayan’ın para tutan elini kavrıyor ve: “Bana bu muhteşem elleri tutmak yeter, ben sizden para alamam” diyor. Babayan duygulanıyor ve teşekkür edip taksiden iniyor.
ATATÜRK’ÜN KARİZMASI
Selçuk Bey anılarını anlatırken, otelin kapısına geliyoruz “Biliyor musunuz? Atatürk bu otelde kalmış” diyor. Birinci Dünya Savaşı sırasında, Atatürk nadir yurtdışı gezilerinden birini Frankfurt’a yapmış. 1917’de Alman İmparatoru II. Wilhelm’in daveti üzerine gelen Osmanlı heyetinde Atatürk varmış ve o zamanlar veliaht olan Vahdeddin’in yaveriymiş. Bu görüşmeler sırasında Osmanlı heyeti Frankfurt’taki Steingenberger Frankfurter Oteli’nde konaklamış. Heyetin Frankfurt yakınlarında kaldığı ikinci otel ise, Atatürk’ün kaldığı odayı müze haline getirmiş. “Peki, Atatürk’ün Steingenberger otelinde kaldığından bahsediliyor mu?” diye soruyorum, “Hayır, sanırım siyasi nedenlerden dolayı” diye cevaplıyor Selçuk Bey. Zaten, otelin tarihinde bununla ilgili pek bir kayda rastlanmıyor. Osmanlı heyetinin Frankfurt ziyaretinde onları ilk olarak Alman prensi karşılamış ve Osmanlı veliahtını Mustafa Kemal sanarak ona yönelip elini sıkmış. Ancak, Atatürk: “veliaht ben değilim” diye uyarmış ve prensi Vahdeddin’e yönlendirmiş. Atatürk’ün bu karizması Almanya gezisi boyunca sürmüş. Kadınların sürekli ilgi odağı oluyormuş, hatta Vahdettin’in bunu biraz kıskandığı bile söyleniyormuş. Atatürk Steingenberger Frankfurter Oteli’nde kaldığı sırada Helga isimli bir Alman kadınla tanışmış ve Fransızca sohbet ediyorlarmış. Samimiyetleri ilerleyince, Atatürk: “Bana Almanca öğretir misiniz?” diye teklifte bulunmuş. Bayan Helga Atatürk’e Almanca ders vermiş mi, verdiyse Atatürk ne kadar Almanca öğrenmiş, orasını bilemiyoruz. Bildiğimiz Atatürk’ün gerçekten etkili bir karizmaya sahip olduğudur.
IBSEN’İN BARDAĞININ SEMBOLİZMİ
Sohbetimiz ilerledikçe otelin içini iyice merak ediyoruz. Görevlilerden izin alıp otelin lobisini ve kahve-bar salonunu dolaşıyoruz. Otelin eski hali olabildiğince korunmuş. Mekânın şimdiki haliyle, o dönemin yaşanmışlığını imgemde birleştirmeye çalışıyorum. İçerisini dolaşırken “Osmanlı heyeti şöyle bir koltukta oturup sohbet etmiş, notlarını da şu masada almış olmalı” diye düşünüyorum. İttifakların getireceği kazanımlar ya da risklerin ne olduğu, Almanlarla ittifak için ne gibi pazarlıkların yapılacağı vs. kim bilir daha neler konuşulmuştu. Arkadaki camlı dolapların içinde kadehler, fincanlar var. Sehpanın üzerinde boş bir kahve fincanı duruyor, kenarında kahve lekesi hayal ediyorum. Boş fincan imgesi, sanki Osmanlı heyetinin hararetli tartışmalarını henüz bitirdiklerini, biraz sonra kalkıp gideceklerini gösteriyor. Bu sahne bana Yu Hua’nın “On Sözcükte Çin” romanındaki bir bölümü hatırlatıyor. Yu Hua kitabında bu bölümü Çinli yazar Lu Xun’a ayırmış ve onunla ilgili bir anıyı anlatıyor. Lu Xun, ünlü Norveçli yazar Henrik Ibsen’in 100. ölüm yıldönümü anması için Oslo’ya gidiyor. Burada kaldığı zaman içinde, Ibsen’in hayattayken çok sık gittiği restoranın önünden geçiyor. Restoranın önüne Ibsen’in anısına ithafen küçük bir yuvarlak masa konulmuş. Bu masa Ibsen’in o anda orada yemek yediğini simgeliyormuş. Masanın üzerinde siyah bir melon şapka ve üzerinde bira köpüğü izleri olan henüz bitmemiş bir bardak bira varmış. Lu Xun, bu sembolizmi şöyle betimlemiş: “Hep bu restoranın önünden geçerdim. Her defasında durup yakından incelerdim… Küçük bir ayrıntı fark ettim. Sabahları geçerken masadaki bardak birayla dolu, akşamları dönerken de boşalmış, bardağın üzerinde de bira köpükleri duruyordu. Böylece bir sanrı geliştirdim: yüz yıl önce ölen Ibsen, her gün sembolik bir şekilde Çinli bir yazarın sabah çıkıp akşam dönmesini izliyor, sembolik bir şekilde şöyle düşünüyordu: ‘Bu Çinli yazar hangi eserleri yazmış acaba?” Oteldeki sehpanın üzerindeki boş kahve fincanını hayal ederken, Lu Xun’un bu sorusunun yarattığı duygu beni sarsmıştı. Ya Steingenberger Frankfurter Oteli’nin kahve salonundaki heyet bizi izlediyse, ya Atatürk sembolik olarak aynı soruyu bize sorduysa? Elbette ki, Atatürk’ün bize hediye ettiği ve 100 yıldır değerinden bir şey kaybetmeyen zarif eserinin, gönlümüzde hep özel yeri olacaktır. Ancak, bu eserden 100 yıl sonra “acaba bizim hangi eserleri yazdığımızın” sorusuna da verebilecek bir cevabımız olmalı.