22 Kasım 2024 Cuma
İstanbul
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

‘Garbzadegi’: Batı-sevdalısı, Batı-zehirlenmesi, Avromanyaklığı

Latif Bolat

Latif Bolat

Gazete Yazarı

A+ A-

Coronavirüs memleketi vurduğundan beri, bende bir “sesli kitap” alışkanlığı gelişti. Belki de o hastalık ve korku dolu günlerin en verimli mirası, günlük yürüyüş ve yogamı yaparken, dinlediğim kitaplar oldu. Yıllık çok küçük sayılacak bir üyelik masrafı ile, binlerce Türkçe ve İngilizce kitaba, evinizin rahatlığında ya da yürüyüş hattınızda sahip olabiliyorsunuz. Şiddetle herkese önermek istediğim bu “sesli kitap” macerasında, Mülkiye’den hocam olan İlber Ortaylı’nın tüm kitaplarını, Kemal Tahir’in tüm romanlarını, Will Durant’ın tüm felsefi yazılarını günde iki saat, tertemiz bir Türkçe ya da İngilizce ile, tiyatro sesiyle okunmuş olarak dinledim. Bir alışkanlık haline gelmiş olmalı ki, her sabah devamını getirmek için sabahı iple çeker oldum şimdilerde bile.

TÜRK VE İRAN AYDINLARININ PARALEL VAROLUŞLARI

Gelelim bugünün yazı konusuna. Yazılarımda her zaman bahsettiğim, on bin metre yukarılara çıkıp “büyük fotoğrafa” bakabilme çabalarının bir sonucu olacak ki, Arap, Çin, Hindistan, İngiliz, Amerikan ve Rusya tarihini de dinlediğim kitapların arasına yerleştirdim bu üç senede. Son bir aydır da komşumuz İran üzerine yazılmış oldukça detaylı bir kitap olan, Abbas Amanat’ın “İran: Bir Modern Tarih” kitabını dinlemekteyim. Toplam 41 saat 53 dakikalık bu kitap, İran ile Türkiye’nin ne kadar benzer olduğunu, hatta ikiz kardeş iki toplum halinde tarihlerinin yazıldığını, adeta ispat etmektedir. Kitabın 1980’lerdeki İran-Irak savaşına kadar gelebildiğim ilk 35 saatlik bölümünde, Türk ve İran aydınlarının ve sanatçılarının da, toplumlarımızdaki bu aynılığı yansıttıklarını görünce, iki ülke aydınlarının ortak hastalığı olduğuna ikna olduğum “Garbzadegilik” üzerine bir yazı yazmak istedim. Elbette bu konunun enine boyuna tartışılması ve Türk aydınının bugünkü sevimsiz durumundan kurtarılmasının bir yolunun bulunması buradaki amacımız. Bu konuda yazı yazma yetkisini de, hem kendimizi Türkiye’nin bir aydın ve sanatçısı olarak görmemizden, hem de yaklaşık 40 senedir yurt dışında yaşayan İranlı ve Türk aydın-sanatçıları ile yakın ilişkilerimizin olmasından aldığımızı söyleyelim de, inanırlılığımız biraz da olsa artsın. Yani yazdıklarımızı kafadan atmamaktayız, sadece kişisel tecrübelerimizi kaleme dökmekteyiz burada.

YÜZ YILDIR GARB CEPHESİNDE YENİ BİR ŞEY YOK!

“Garbzadegi” kelimesi, Farsça aşağılayıcı bir terim olarak, “Batılılaşmış”, “Batı-âşıklığı”, “Batı-sevdalanmışlığı”, “Avromanyaklığı” anlamıyla, yaklaşık yüz senedir İran aydınlarının en azından bir kısmını tanımlar. Büyük İranlı düşünür Jelal Ali Ahmed, ülkesindeki aydınların halini anlatmak için oluşturmuştur bu terimi. Bir bakıma bizim Atilla İlhan’ımızdır Ali Ahmed. Aslında, Türklerin ve İranlıların Batı ile tanışması, Avrupa ve Amerikan emperyalistlerinin binbir türlü saldırı ve asimilasyonuna uğraması, aynı dönemlerin ve taktiklerin bir ürünüdür. İran ve Türk halkları, bir yolunu bulup bu asalak Batılı güçleri yenilgiye uğratmayı başardılar ve ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanıp, kendi bildikleri ve uygun gördükleri yollardan tarihlerini yazmaya devam ediyorlar.

Fakat Batılıların çok uzun yıllar süren kültürel saldırıları ve asimilasyon çabalarının sonucunda, her iki ülkede de, aydın ve sanatçıların gözle görünür bir kısmında, bahsettiğimiz “Garbzadegilik” günümüze kadar varlığını sürdürmekte. İran’da, bu kesimin daha çok yurt dışında faaliyet gösterdiğini belirtmeden geçemeyeceğiz. Ama Türkiye’de, hem yurt içinde hem de yurt dışında, önemli bir aydın-sanatçı kesimi içinde, bu Batı-sevdası hastalığının müzmin belirtileri, bazen şiddetlenerek bazen de daha derinden varlık göstermektedir.

PARDON, ‘MUASIR MEDENİYET’ Mİ DEDİNİZ?

Mustafa Kemal’in “muasır medeniyet” dediği hedefin ne olduğu konusunda, sözün söylendiği 1920’lerden bu yana yüz sene geçmiş olmasına rağmen, hala tartışmaların yaşandığı bir memleketteyiz. Genellikle kendisini solcu diye nitelendiren aydın-sanatçı kesiminde bu hedef, yüz yıldır “Avrupa veya Amerika” olarak kilitlenmiştir ve hiç değişmemektedir. Bu kesimin söylemlerinde yer alan “emperyalizm, sömürgecilik” tarzında kavramlar da, sanki uzaydan gelen ve bilinmesi mümkün olmayan bir takım güçlere karşı söylenmektedir. Halbuki emperyalizm çok nettir ve kendisini saklamaya hiç de çalışmadan apaçık karşılarında durmaktadır. “Garbzadegi” aydın ise, sanki eski bir aşk ilişkisinden dolayı vazgeçemediği o Batı emperyalistlerini, bir türlü net şekilde tarif edip tavır almamakta ısrarcıdır.

NAZIM HİKMET’İN GÖLGESİNDE GARBZADEGİLİK

Onlar hala, Afrika sömürgelerinin çalınmış parasıyla inşa edilen, Paris’teki Eyfel Kulesi’nin önünde fotoğraf çektirip, eşe dosta göndererek “medeniyet seviyelerinin yükselmesine kanıt” olarak sunmak peşindedirler. Ya da Fazıl Say’ın yaptığı gibi, ne zaman Türkiye’den kafası bozulursa, bir “kaçıp Batı’ya gitme” türküsü tutturarak, kendi memleketine şantaj yapabilmektedir. Ya da şiirlerini de mesajlarını da bir türlü net olarak kavrayamadıkları Nazım Hikmet’in gölgesine sığınıp, fırsat olsa onun yaptığını yapıp, Türkiye’yi bırakmanın özlemini açıkça ifade edebilmektedirler. Halbuki ne kendileri Nazım Hikmet’tirler, ne de bugünün Türkiye’si o zamanın Türkiye’sidir. Ama onlar için bu tür tarihi analiz yapmanın bir gereği de yoktur ki! “Batı-sevdası” derin bir sevdadır onların yüreklerinde ve öyle kolayca vazgeçilemez.  Memleketten vazgeçilebilir ama, Batıdan asla! Bakmayın sürekli Nazım’dan, Can Yücel’den alıntı yaptıklarına. Fırsatını bulsalar, hemen hepsi Londra’nın, Brüksel’in veya nedense sürekli şekilde “Dünyanın en mutlu ülkesi” seçilen Norveç’in sokaklarına doluşacaklardır. Zaten fiziki olarak İstanbul’dadırlar belki ama, “Garbzadegi”nin yüreği her zaman Batı’nın tertemiz sokaklarında ve o ne idüğü belirsiz “demokrasi ve insan hakları” cennetlerindedir!

BATI KAFELERİNDEKİ HÜZÜNLÜ VAROLUŞ

Ama Batı’nın neon ışıkları ile süslü sokaklarının ve en güzel kappuçinoların içilebileceği kafelerinin hükmü, ancak parasını ödeyebildiğiniz kadardır. Ve kırk senedir Batı ülkelerinde gözlemlediğimiz bu tür “kaçıp gitmek” edebiyatı yapanların hazin sonları, ne yazık ki o kadar teşvik edici ve şiirsel olmamaktadır.

Dikkat ederseniz, siyasetin “sağ” kanadının aydınlarından, “Garbzadegi” olarak hiç bahsetmedik bu yazıda. Çünkü onların konumu, Türk aydınlarının daha etkili olan “sol” kesiminden biraz daha farklıdır ve onlara yöneltilebilecek eleştiriler, başka bir yazının konusu olmak zorundadır.