Gazetecilik de enkaz altında kaldı
Ansızın –ya da göre göre mi demeli- gelen felaketler, beraberinde aşılması pek mümkün olmayan durumlar/sorunları da getirip bazı alanların sorgulanmasına kapı açıyor. Sorgulanması gereken bu alanlardan biri de yazılı-görsel basın, ya da daha genel anlamda gazeteciliğin günümüzdeki durumudur.
Geçmişte gazeteciliğe adım atanlara bu mesleğin ABC si olan iki şey öğretirlerdi; ilki tarafsızlık, diğerleri ise yorumsuz haber yapmak.
Televizyon yaşamımıza girip, kalem yerine görüntülü konuşmalar öne çıkınca bu temel ilkelerin de temeli sarsılıp parçalanmaya, giderek yazılı basını da değişim-dönüşüme uğratmaya başladı. Derken dünün yanlışı günümüzün doğrusu oldu.
Yazılı basının çok katmanlı denetleme ve denetlerken de öğretme yöntemleri vardı. Yazdığınız herhangi bir haber, ya da yaptığınız bir röportaj hemen dizgiye gidip gazete sayfalarında yer alamazdı.
Önce istihbarat servisinin şefine gider orada düzeltilir, oradan yazı işleri müdürüne sunulduktan sonra sayfa editörlerine gönderilirdi. Her üç yerden onay alınca da düzeltme servisindeki deneyimli ve Türkçeyi çok iyi bilen kişiler tarafından okunur, gerekli yerleri düzeltildikten sonra gazetedeki yerini alırdı. Haberin gerek denetimi ve gerekse düzeltmen servisindeki okuma aşamasında, okuyan ve düzelten kişinin imzası bulunup, haberin, daha doğrusu o günkü tüm haberlerin/yazıların orijinalleri paketlenip üç ay boyunca saklanır, gerektiğinde yanlışın kimden kaynaklandığı bulunurdu.
Lafı; eskiden zordu günümüzde kolaydı gibisinden beylik ve de klişe bir söze getirmek istemiyorum. Elbette ki gazetecilik bugün daha zor koşullar altında yapılan bir meslek oldu. Üstelik bu zorluk da, haberin çok aşamalı denetlenmesinden daha çok, patronun denetlenmesinden, yandaş ya da karşıt duruşundan kaynaklanmaktadır. Aynı haberin “tarafsızlık” sloganı taşıyan farklı basın organlarında farklı olarak yer alıp, çoğu zaman görünür olmaktan çıkması da bu yüzdendir.
Hepimizi derinden üzen deprem olgusunda yazılı ve görsel medyada gazetecilik açısından önemli bir değişiklik gözlemlendi. Gerçi daha önceki benzer olaylarda da bu tür bir değişikliklere rastlamak mümkün oluyordu ama bu kez çok belirgin olarak öne çıkıp tüm bilinen ilkeleri silip süpürdü.
Bu değişiklik; muharrirlerin muhabir, muhabirlerin de muharrirliğe soyunmaları idi. Ya da diğer biz deyişle yorumcuların haberciliğe, habercilerin de yorumculuğa soyunması olarak da tanımlanabilir. Böylesine keskin geçiş, yalnızca tarafların kendi sorumluluk çizgilerini –belki de bilgi, birikim ve deneyimlerini demek daha doğru olur- aşmalarını değil, onun da ötesinde temel gazetecilik ilkelerinin yerle bir olmasına da neden oldu.
Günler boyu olayın nesnel bir gözle aktarılmasından daha çok, deneyimli ya da deneyimsiz birçok gazeteci olarak tanımlanan kişi/kişilerin, yorumcuyken haberciliğe, haberciyken de yorumculuğa, çoğu zaman da her ikisine soyunup, bir olayın, farklı, kendi çıkarlarına gelen yanlarının öne çıkarılıp değerlendirildiği okunmalarını izledik. Kimisi, içindeki acıyı gözlerinde yaş yerine dudaklarında çığlık yapanların sesine yalnızca kulaklarını değil, kameralarını da kapayıp kayıtsız kalırken, bir diğerlerinin de onca acı içinde bir çadır güzellemesine girişmesi bunlardan yalnızca bir kaçıydı…
Kısacası kameralar ve onun önündeki yorumculukla haberciliği birbirine karıştıran kimi gazeteciler, yaşanılan acı olayın kendisinden daha çok, kendilerinden istenilen şekilde bizlerin izlemesine yöneldiler. Ne yazık ki bunda da kısmen başarılı oldular…