Gazeteyi almakla okumak arasındaki fark
Geçenlerde sahaf bir dostum “paket yapmak için bile hurda gazete bulamıyoruz” diye yakınmış, nedenini sorduğumda ise “artık kimse almıyor ki…” demişti…
Diğer bir sahaf dostum ise son yirmi, yirmi beş yılın gündelik gazetelerinin ise en çok aranan gazeteler olduğunu, hurdasının bile hatırı sayılır bir ücretle müşteri bulduğunu anlattı. Gençler arasında bir moda varmış, doğum günlerinde o günün gazetesini çerçeveleterek armağan etmek gibi. Onun için çoğu, arkadaşlarının doğum günlerinde onlara armağan etmek için, son yirmi-yirmi beş yılın gazetelerinin peşine düşmüş, hem de değerlerin çok üstünde ücretler ödeyerek. Bu son çeyrek asırın gündelik gazetelerinin piyasadaki satış ücretleri, son elli ya da daha eski tarihlerinkinden çok daha fazla imiş…
Kimi zaman gününde alamadığım kimi gazeteleri apartmanımızın bir bölümünde toplanan atılmış gazeteler arasında rahatlıkla bulabiliyordum. Geçenlerde yine kaçırdığım günün gazetesinin peşine düşüp depo kısmına indim. İnanın, tek bir gazete bile göremedim. Apartmanın sorumlusuna sorduğumda ise aldığım yanıt, yine ayniydi; “kim gazete alıyor ki…”
Bir zamanlar kimi gazetelerin sloganı “Bir ekmek… Bir gazete” idi. Gerçekten de her sabah ekmek ile gazete birlikte alınırdı… Yani günlük gazeteler, günlük yaşamın ekmek kadar gereksinimi duyulan bir başka ürünü idi.
Çok değil, birkaç yıl önce; görev yaptığım üniversiteye ülkemizin en çok satan gazetelerinden biri, boyu aşağı yukarı bir metreyi geçen balya halinde gelir ve ücretsiz olarak okurunu beklerdi. Kimi günler bu balyanın ipi bile açılmaz, on beş-yirmi binlik bir kampüste bile, ücretsiz olduğu halde alınıp okunmazdı.
Gazetelerin alınıp alınmamasıyla, okunup okunmamasına ilişkin örnekler sayılmayacak kadar çoktur. Bu durum çeşitli nedenlere bağlansa da, en önde geleni alınmaması, daha doğrusu alma gereksiniminin duyulmamasıdır…
Gündelik gazetelerin okunmama sinyali TV’nin ve ardından video olgusunun yaşamımıza girmesiyle vermeye başlamıştı. O yılların ilk tepkisi, “Bir ekmek… Bir gazete…” yerine kupon karşılığında ansiklopedi ya da kitap vermek oldu. Başlarda olumlu sonuçlar veren bu tür kampanyaların hedefi ise; “okunmamayı” bir bilgi hazinesi olan ansiklopedilerin devasa boyutlara varan iştah kabartıcı zenginliği ile kamufle etmekti. Ama “okunur olmayışı”, “okunur olma amacını taşıyan” bir nesne ile çözmekte kısa bir süre sonra etkisiz kalıp bu nesnelerin ufak bir ücret karşılığında eskicilere düşmesine neden oldu. Bu kez de yazılı basın okunur olmaktan çok, satılır olmayı kendisine hedef seçerek “ çanak-çömlek, bardak-tabak” “ kampanyalarına girişti. “Bir ekmek, bir gazete”nin yerini “Bir bardak bir gazete“ aldı. Bu formül tutmuştu… Öylesine tutmuştu ki, bardaklar tükeniyor, gazeteler satıyor, ama iadeler ise hiç değişmiyor, hep aynı kalıyordu. Çünkü bardakları takım halinde alanlar, her bardağın karşılığında verilen gazetelerinden yalnızca birini alıyor, diğerlerini ise alma gereksinimi duymadığı için bayi ya da bakkala bırakıyordu. Görünüşte bardaklar alınıyor, gazeteler satmıyor, iadeler ise garip bir şekilde çoğalıyordu. Gazete bayilerinin züccaciye dükkanlarına döndüğü yıllardı o yıllar… Alanın da satanın da memnun olduğu yıllar…
İşte o yıllar aynı zamanda; aileden gelme gazeteci patronlarla, iş adamı patronlarının yer değiştirdiği, “İnsan hiç Hürriyet’ini satar mı” deyip” de, “peşin para ile her bir şeyin satılacağı” düşüncesinin egemen olduğu, iş adamı patronların dilinden anlayanların başa, bu dili yadsıyanların ise istifaya zorlanıp, kovulduğu yıllardı.
Tıpkı süreli yayınlar gibi (çoğunlukla kültür-sanat dergileri olmak üzere) yazılı gündelik basının da, yok olmaktan çok, sembolik olarak (resmi ilanlardan pay alabilmek için tirajlarını büyük bir gizlilikle saklayarak) bir dizi ödünler verip varlıklarını sürdürme çabasında olduğunu gözlüyoruz. Sanırım gelecek dönemlerin basın tarihinin ana hat planı, yaşamak için ödün verenlerle, ödün vermeyip direnenlerin, direndikleri içinde de bedel ödeyenlerin üzerine kurulacak…