23 Aralık 2024 Pazartesi
İstanbul 11°
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Geç kalmış fareler

Nihat Genç

Nihat Genç

Eski Yazar

A+ A-

Yakın tarihimizin en büyük savaşlarından birinin kapısındayız, ağır silahlar ve yüz binlerce asker Irak sınırına kaydırıldı, endişe içindeyiz.

Uzun yıllar Kerkük Musul işgalini ve Türkmenler’in kırımını sadece seyretmiş iktidarın aklına birden savaş geldi.. Koalisyona katılmak için can atıyor.

Savaş bilinmeyendir bilinmezdir, ne kadar güçlü ordun olursa olsun bir gün sonra ne olacağını bilemezsin.

Ve toplumda büyük bir sessizlik, yirmi yıl önce de Irak Savaşı’na katılmak istiyorduk o günlerde de savaşa karşı yazılar yazıyorduk ve çok az da olsa savaşa karşı ses veren sivil kurumlar vardı. Siyaset, parti, sivil kurum, toplum, savaşa karşı en küçük bir tepki göremiyoruz.

Güle oynaya savaşa gidiyoruz, güle oynaya maceralar içindeyiz.

Şüphesiz siyasi iktidar ekranları ve oylarıyla çok güçlüdür, ancak, yine de bu toplumda biz ölmedik diyecek sorumlu ve uyanık kitleler ve kurumlar olmalı.

Çok mu yorulduk. Halimiz mi kalmadı. Irak ve Suriye savaşları hepimizi çaresizlik ve umutsuzluğa mı sürükledi!

İnsanımızın bu kadar sessizleşmesi korkması ürkmesi, nasıl oldu, bu kadar siyasetsiz örgütsüz bir muhalefet nasıl oluştu, bir yanıyla dibine girelim.

*

Bir arkadaşım sabah sporu için koşu bandı alacak, alışveriş merkezine girdik, yürüyerek çıkalım, dedim, hayır, ısrarla yürüyen merdivenle çıktık, bir daha çıktık, döndük, bir daha çıktık.

Hem yürüme bandı almak istiyorsun hem de yürüyen merdiveni tercih ediyorsun, burada bir sahtekarlık var!

David Le Breton’un Bedene Veda kitabı daha önce notunu alıp yazmaya fırsat bulamadığım kendimize karşı bir çok sahtekarlığı bir daha hatırlattı bana.

Mesela gücün yok iştahın yok arzun yok ve ama viagra kullanıyorsun, bedenin arzularına yetişemiyor mu, bedenin hayallerine yetişemiyor mu, bedenin iştahına geç mi kaldı?

Bir çok yazar tanıyorum, ilk gençlik yıllarından beri düzenli sakinleştirici ilaçlar kullanıyor, sonra, oturup ülke meselelerini çözüm için düzenli yazılar yazıyor.

Benim bildiğim sorunlar ve kelimelerin beynimizde duygusal karşılıkları vardır, öfke gibi ‘zorluk’ gibi endişe verici, gibi.

Sorunun zorluğunu anlamak istiyorsan sorunla çıplak şekilde yüzleşeceksin. Sorun karşınızda acımasızlığıyla dururken hap kullanırsan sorunun tehlikelerini beyin olarak nasıl hissedeceksin. Hayır, önce ben duygularımı ilaçla yatıştırayım sorunu sonra çözeriz, diyorsan, sen yazar olamazsın.

Ve sorun yumağı senin karşında canlılığını telaşını paniğini ruhunu yitirir ve kelimeler plastik oyuncaklara dönüşür.

Ve saçını başını yolan ağıtlar yakan sorunun sen de karşılığı yok demektir, ilaçlar seni duvar gibi tuğla gibi duygusuz yapmış, sen de artık kelimeleri lego parçaları gibi görmeye başlarsın, şu kelimeyi şuraya koy, tamam, gönder gitsin. Önce hissiz şekilde kelimeleri gönderirsin, sonra hissiz şekilde orduları.

Siyasi ve sosyal bir sorunu çözmek için güya kafa patlatıp klavye önüne oturmadan önce, sen önce kendi sorununu çöz.

*

Şu çok bilinen emperyalistlerin Çin’i köleleştirmek için afyon satışını serbest bırakması gibi, artık, uyuşturucular legal, eczaneler reçeteler doktorlar ‘sakinleşmenin’ haplarıyla en kısa yoldan ‘sorunlarımızı’ çözüyorlar. Sorunlarını hapla ideolojiyle çözenler savaşı vahşeti anlayamaz, bilgisayar oyunu gibi gelir ona.

Kendimizi ‘hap’la tedavi ediyorsak, o zaman önümüzde duran siyasi ve sosyal sorunları da ‘hap’la çözelim, mesela, hergün canavar bir iştahla kaleme aldığın kürt meselesini de ‘hapla’ çözelim, basalım millete hapı gitsin. Sünnilere de hapı basalım Şiilere de hapı basalım.

İşin en tuhaf yeri bir çok psikiyatr da kendi sorunlarını da ‘hapla’ çözmeye alışmış. ‘Hap’ kullanan bir psikiyatrdan memlekete hayır gelir mi?

Sıradan insanlar gündelik hayatlarında sıkıntıları ve çıkmazları karşısında istedikleri doktora gider istedikleri tedaviye baş vurabilirler, konu bu değil.

Konu meslekle ilgili, müdahale ve takviyenin haram yasak olduğu bazı meslekler vardır, yazarlık gibi siyaset gibi.

Kelimelerin bin türlü yüzünü tanımak için kelimeler karşısında çırçıplak yüzleşen savunmasız kalabilmelisiniz, dehşeti öfkeyi anlayabilmek ciğerinden tanıyabilmek için.

Ve her kelimenin taşıdığı zehri ya da sevinciyle girip çıkabileceği açık kapı bir beyniniz ve psikolojiniz olmalı.

Memleket kötü biz de kötüyüz, olsun, biz yine de hep neşeli olmak istiyoruz, hiç kaygı taşımamalı ve öfke ve hiddetimizi bastıran haplar kullanmalıyız, memleket kötü ve bu yüzden biz ruh halimizi hep düzenli ve uyumlu ve iniş-çıkışsız tutabilmeliyiz.

Uyuşturucuyla sağlık ne zamandır kurtuluş olmuş haberimiz yok.

Yani ‘ruh halimizi’ de giysi gibi gözlük gibi seçiyoruz, bugün yine kötü olmayayım, şimdi haberleri okur mahvolurum, en iyisi mi önce haplarımı alayım.. Bu endişelerle doz doz alınan bu sakinleştiriciler nüfusa vurulduğunda milyon tonlara çoktan ulaştı bile.. Yani havadan atılan dehşet bombaları kadar toplumları sakinleştirmek için o bombaların ağırlığı kadar haplar.

Hatta edebiyatta eskisi kadar kaçış, yalnızlık ve kaybetme hikayeleri okuyamıyoruz, bütün bu ‘hüsranları’ artık ‘hapla’ tedavi etmeyi ve hep ‘iyi kalmayı’ başarabiliyoruz.

Ruh halimizi düzenlemek rengi ve dikişiyle üstümüze çok uygun bir takım elbise giymek gibi.

Okuyucular da öyle, çok gerçekçi hikayelerden ürküyor ve ruh hallerine uygun daha yumuşak sessiz hafif şımartan gıdıklayıcı metinlerden hoşlanıyor.

Mesela, çocuğumuz dersini başaramıyor dikkatini toplayamıyorsa basıyoruz ‘hap’ı, aman üzülmesin.

Hapla şırıngayla çocuğumuzun ruh halini güya uyanık diri tutup aslında o dersin zorluğunu ve çaresizlik karşısında üzüntüsüyle baş edebilme becerilerini köreltiyoruz.

Ki, bir dersin bize asıl öğrettiği şey, o dersi ezberlemek değil, zorluğuyla baş edebilmeyi öğrenmektir.

Sporcuların kullandığı ‘doping’ gibi, zorluğu hapla aşmak.

*

1990’lı yılların ağır siyasal travmalarını gayet iyi hatırlıyorum, siyasal hava kasvetleştikçe, acıyı, kederi hatırlatan türkü ve şarkılardan kaçmaya başladık ve hızla ‘aboneyiz abone’ ‘hey corc versene borç’ gibi hayatımız ve siyasetimizle alakasız ve tam bir yanılsama pop rüzgarının içine düştük.

Pop müzik de bir uyuşturucuydu, sert siyasal sorunlardan ‘aboneyiz abone’ şarkısıyla kaçabildik mi, üç-beş yıl sonra 90’lı yıllardan daha ağır siyasal travmalar, dinci bir iktidar ve cemaat başımızdan aşağı döküp, ülkeyi mahvederek, dönüp yine bizi buldu.

15 Temmuz gecesi yaşadığımız sert travma karşısında ‘aboneyiz abone’ şarkısını niye söyleyemedik?

Modifiye deniliyor, arabalara orijinal olmayan başka aksesuarlar takmak, ruh halimizi de düzenlemek ve modifiye etmek istiyoruz.

Kaç zamandır bedenimize ve ruhumuza ilaveler yapma derdindeyiz, yanaklarımızı şırıngayla şişiriyoruz, kaşlarımızı kaldırıp yenisini istediğimiz yerden çiziyoruz, protez, implant, derken, yavaş yavaş sökülüp takılan robotlara dönüşüyoruz.

Başkalarına daha güzel görünmek için, sokaktan ‘bakış’ alabilmek için, hatta derimize resimler çiziyoruz, öcü resimleri kilim desenleri korsan bayrak resimleri.

Karşılaştığımız insanların artık yüzüne değil tşörtündeki yazıya takılıyor gözlerimiz, dövmelerine takılıyor gözlerimiz, modifiye edilmiş başörtülerine takılıyor gözlerimiz.. Bir modifiye modası ekranları sokakları siyaseti her yanı bulaşıcı hastalık gibi sardı. Mesela tşörtünde ‘savaşa hayır’ yazıyor, ama hepsi bu kadar, siyaseti ve kişiliğinin gideceği isyan ancak bu kadar, ötesi yok. Tşörtüne yazdı ve kurtuldu.

Kimliklerimiz artık dövmelerimizde tşörtlerimizde, kimliklerimiz artık hapla düzenlenmiş hep neşeli görünen ruh halimizde.

İnsanlar bedenleri ve ruhları üzerinde ‘hakimiyet’ kurmak istiyor, ruhsal manevi bir acı yaşamak istemiyor, ve ‘eksikliğini’ hissettiği ne varsa ya dövme ya giysi ya vücuda yeni parça ya da hapla gidermek istiyor, ama büyük fotoğrafa kimse dokunamıyor.

Artık biz de kalabalığa ‘vestiyer’e bakar gibi bakıyoruz, ifadeler yüzler insan suratları yok sadece giysiler markalar dövmeler.

Estetik cerrahi ve ilaçlar ve dövmeler çoktan ‘sanatkarlığa’ ve sanayiye dönüştü. Bu kozmetik sanayi ve estetik cerrahi hepimizin savaşını bedenimize döndürdü.

Deriye kazılan dövmeler ve tişörtlerdeki yazılar kişilerin ‘ayetleri’ ve hayatta tek görünebildikleri yerler oluverdi.

Şüphesiz insanların ruh hallerini ve derilerini istedikleri gibi markalaştırması kişileştirmesi teşhir sergi salonu haline getirmesine hiçbir şekilde kimsenin itirazı olamaz.

Bedeni ve ruh halini aksesuar ve ilaçlarla sürekli programlama sürekli modifiye etme ihtiyacı, daha derin bir derdi anlatıyor bize.

İnsanlar bedenlerinin ve ruh hallerinin içinde çok fazla yaşıyorlar. Güzelliklerinin ve kusurlarının içinde çok fazla kalıyorlar. Başkalarının dikkatini çekme, başkalarına güzel iyi görünme telaşı içinde çok fazla mesai yapıyorlar. Artık günboyu meslekleri ve işleri, bedenleri ve aksesuarlarını ve ruh hallerini ilaç ve kozmetiklerle düzenlemek.

Bir insan kendi bedeni ve kendi ruhu içinde bu kadar süre kalmamalı.

*

Bir şehri iyi tanıyabilmek için o şehirden uzaklaşmalısınız. Uzaklık gurbet hasret size o şehri daha iyi anlatır. Şehrinize yakınlaşmak ve şehrinizi daha derinden ve ayrıntılarıyla tanımak istiyorsanız, o şehirden uzaklaşın.

Hayat böyledir, ölmeden, anneyi tanıyamazsınız. Ayrılmadan, sevgili nedir bilemezsiniz. Kaosu yaşamadan, hukukun değerini bilemezsiniz. Savaşı yaşamadan huzuru anlayamazsınız. Sular kesilmeden suyu, elektrik gitmeden ışığın nimetlerini anlayamazsınız.

Birileri size ısrarla bedeninize ve ruh halinizi fazla takılın, bedeninizi ve ruh halinizi çok fazla endişe haline getirin diyor, birileri size bedeniniz ve ruh halinize çok yoğun odaklanın ve dünyadan başkalarından uzaklaşın diyor. Birileri sizi dünyadan uzaklaştırıyor bedeninize çok fazla yakınlaştırıyor.

Uzun uzun türküler dinlemek, seyahate çıkmak, uzun soluklu kitaplar okumak, başkalarının hayatlarını merak edip biyografilere sarmak, başka insanların acılarına dertlerine yaşadığı zorluk ve işkencelere çat kapı gidip uzun uzun düşünmek.

Yaşadığımız kültür bedenimize ve ruh halimize saniye saniye dakika dakika çok fazla ayna tutuyor, nedense hep bedenimize ve ruh halimize tutuyor, Suriye’de kolları bacakları kesilmiş yüzbin küçük kızın bedenine ayna tutan bir sanayimiz yok.

Bedenimize ve ruh halimize odaklanıyoruz, ve bu aynayı ele geçirip, bu aynaları uzaklara ötelere başkalarına tarihe acılara büyük siyasetlere büyük direnişlere tutamıyoruz.

Bu aynayı genel resime büyük fotoğrafa tutamıyoruz.

Topluca halimiz nic’olacak’a tutamıyoruz, birlikte hep beraber ne yapabilirize tutamıyoruz, felaketler karşısında hangi siyasi çıkışlar hangi kadrolar hangi projeler içinde olmamız gerektiğine tutamıyoruz.

O mesleğin sabır isteyen zorluklarıyla uzun uzun yıllar boğuşmayı, boş ver, aman, hazır yapılmışı var, sorar öğrenirsin canım, açarsın ınterneti orda yazıyor canım.

*

Kapitalist tüketim istiyor ki bedeninizde fazla kalın, hep bedeninizle uğraşın, hep bedeninizde ikamet edin, hep bedeninizi tamir edin, hep bedeninizi görün, hep bedeninizi düşünün.

Kapitalist tüketim istiyor ki hep neşeli olun hep uyanık kalın hep uyumlu olun hep kayıtsız kalın hiç öfkelenmeyin hiç kaygı taşımayın, gerçek insanların acı ve dehşet sahneleri hiç görmeyin tasa etmeyin.

Topluca ne yapabiliriz’i hep birlikte nasıl bir çözüm üretibiliriz’i hiç dert etmeyin, üzülürseniz ilacım var, kendinizi kötü hissederseniz takma çıkartma protez ve cerrahi ve ilaçlarım var.

Bir meslek edinmek ve o meslekte usta olmak ilk yirmi yıldan sonradır, zor işdir, aman talip olmayın.

Siyaset mi, gider oyunu verirsin, canım.

Hayatta ayakta kalabilmek için zihinsel ve el becerilerini geliştirebilmek için otuz uzun yıl yoklukla açlıkla parasızlıkla ve yalnızlığınla uğraşmana hiç gerek yok..

Biz sana istediğin kişiliği marka marka takarız canım.. Biz senin partilerine de istediğimiz adamları takar takar çıkartırız canım, dert edinme.

Haplarla istediğin neşeyi sevinci yaşatırız, tatlım.

Kardeşlerim, ‘güven’ duygusu aksesuarlarla giderilemez, hayat ilaçla değiştirilemez.

Korku, panik, endişe duygusunu ilaçlarla yok edemezsin..

Kendine uygun bir beden ve ruh, alışveriş merkezlerinde satılmaz.

Viagrayla erkek olunmaz.

Sen görmüyorsun diye Suriye milyon insan ölememiş olmaz, siyasi kavgası ve fikirleri olmayanın, sağlığı olmaz.

İşte günlük spor merkezlerine girip çıkanların sayısı milyonu geçti, her biri ayı gibi kuvvetli ama hiç birinin bir başkasının hayatını değiştirecek iyileştirecek aklı fikri yok.

Tam tersine bedenleri güçlü ve sağlıklı ve gösterişli milyonlar çoğaldıkça hayata ve siyasete pencerelerimiz tek tek kapanıyor, tam tersini düşünün, spor merkezlerine girip çıktıkları kadar parti ve sivil kurumlara girip çıksalar, insan ve ülke olarak daha güçlü daha zinde insanlar olurduk.

Kaslı pazulu ve bal mumu heykeli kusursuz suratlar çoğaldıkça siyasi çözüm için bir araya gelmiş insanların sayısı azalıyor.

Seksen yaşında spor yaparak hala güçlü kaslarıyla övünen insanların sayısı çoğalıyor ama siyasi fikirlerimizin siyasi varlığımızın eti kemiği eriyor.

Seksen yaşında dahi bisiklete binebildiği için caka satıyor ama bir parti toplantısı bir sivil kurum toplantısına bir koşu gidip hiç gelmemiş.

Kaslarını bedenini güçlü göstermek için buzlu suların içine dalacak cesaret gösterebiliyor ama savaşlara ve hırsızlıklara karşı meydan okuyacak bir cümle lafı, gücü kendinde bulamıyor.

Geçmiş yüzyılların burjuva ve aristokratlarını düşünün, enfiye kutuları, elmas tokalar, süslü püslü giyimler ve hak edilmemiş bir soy gururu.

Tüketim toplumu, hepimizi, bu ilaçlar bu aksesuarlarla, bir yanılsama, bir similasyon gibi, kendi imparatorluğuna tek tek aristokrat ve burjuva yapıverdi, ne çok insan vahşice öldürülüyorsa o kadar çok boya sürünüyoruz. Hukuksuzluk ve adaletsizlik ne çok insanın canını yakıyorsa neşemizi koruyabilmek için o kadar çok ilaç kullanıyoruz.

Dünyanın başkalarının ve siyasetin acımasız fiziki gerçekliğini bizlere unutturup, kendi fiziki güzelliğimiz ve bedenimiz içine bizleri hapseden bir yalan gösteriş dünyası içindeyiz.

Bizleri bedenimize diri diri gömmeyi başardılar.

Artık her gün bu mezara çiçek taşıyor bu mezara kokular sürüyor bu mezarın mermerleri daha şık görünsün diye tornacı cerrahlara koşuşturup didinip duruyoruz.

Ve şüphesiz, sonuç, uyuşturucu içirilmiş fareler gibi kedi korkusu hiç yaşamadığımızı sanıp sınırlarımızda milyonlarca insan öldürülüyor.

Çünkü o fareler ‘özel kişilikler’ olduklarına inandırılmış.

Çünkü o fareler, ilaçlarla sabitlenmiş donuk gülüşleriyle hayatlarına zenginlik kattıklarına inandırılmışlar.

Çünkü o farelerin irade güçleri alınmış, ne saldırmayı bilirler ne korkup kaçmayı ne ısırmayı, ne telaşı, ne öfkeyi, ne öldük bittik mahvolduk endişesini.

Siyasi kasaplara estetik kasaplara her gün gönüllüce ve çılgınca koşup bir de üstüne güya büyük zevkler alırız.

Ve şüphesiz, yüzbinlerce küçük çocuk ölürken, açarsın ekranları gazeteleri, ve yine, siyasetçileriniz yazarlarınız, öfkeleriyle yüzleşecek kaygılarıyla hesaplaşacak kendilerini tanıyacak, yine dünyaya ayıracak zaman bulamamış.

Ve yine kimsenin kendi yüzüne kendi giysisine bakmaktan, başkalarına ayıracak zamanı kalmamış.