Geçmişe dokunmak ya da sokaktaki lahit
Geçtiğimiz günlerde sosyal medya ve sonrasında da haber kanallarıyla yazılı basında ilginç bir haber yer aldı: Haber aynen şöyle idi:
“…UNESCO’nun geçici miras listesinde bulunan, dört medeniyete başkentlik yapmış İznik ilçesindeki Ayasofya bahçesinde, Roma dönemine ait olduğu belirlenen 2 bin yıllık lahitin yanına masa ve sandalye konularak oturulması üzerine İznik Müze Müdürlüğü yetkilileri harekete geçti.
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın talimatıyla taksi durağının yanında bulunan lahit ve lahitin yanında bulunan Roma döneminden kalma kitabe, yapımı devam eden İznik Arkeoloji Müzesine kaldırıldı…” Haberin önemi iki bin yıllık Roma lahitinin bir taksi durağında olup, masa olarak kullanılması değildi elbet de.. Çünkü Anadolu’nun bir çok yöresinde bunun yüzlerce – binlerce de dersek abartmış olmayız- benzeri bulunuyor. Çoğu yerde koyun yalaklarının çoğu bu tür lahitlerden oluşmuş, İon, Dor ya da Korint sütun gövdelerinden destekler, başlıklarından ise masalar yapılıp kullanılmaktadır. Antik bir yerleşimin çevresinde bulunan tüm evlerin duvarlarında “devşirme malzeme” dediğimiz tarihi eserler kullanılmış, çeşmelerin aynaları stellerden, olukları ise antik künklerden oluşmuştur. Ağırşaklardan bilezik, tophane lülelerinden ise kesilerek kolyelerin yapıldığını, düne kadar, Beyazıt Çınaraltı’nda Bizans paralarının lodosçular tarafından kilo hesabıyla satıldığını sanırım anımsatmaya bile gerek yok…
Yine başa, habere dönelim: Elbette ki haberde önemli olan; iki bin yıllık lahitin, “olması değil de, olmaması gereken yerde bulunması” ya da “masa olarak” kullanılması değildir… Önemli olan onca yıllık lahitin, onca yıldır, İznik’in göbeğinde olup da, ilgililerin, yetkililerin ya da ne bileyim, bir sorumlu kişinin bunu görüp de hiç bir şey yapmaması, sonra da bir haberle harekete geçip işi düzeltmeye kalkmasıdır. Çünkü, haber yapılmasa, o lahit, yaşı kadar orada kalacak, ya da bir başka birileri onu fark edip bir başka ülkenin müzelerine taşıyacaktır… Birisi kalkıp –birisi dediğim müdür- Resim Heykel Müzesindeki resimleri hademeye teslim edip boyatıyor, birisi eline matkabı verip Galata Kulesi’nin altını oyuyor, birisi restorasyon adı altında Sinan’ın o güzelim eserini iğdiş ediyor, birileri sonunda “pardon” deyip sözüm ona gerekenin yapıldığını sanıyor.
Bizim tarihi eser politikamız –gerçi bunu politika filan denmez ya- hep “pardon” üzerine kuruludur. Oysaki çeleme takılıp düşürülen zamanın bir kez daha ayağa kalkması mümkün değildir. Giden gider…Telafisi yoktur bunun.
Günümüzde bunun o kadar çok örneğini yaşıyoruz ki; define için kurutulan dipsiz gölün su tutmasını beklemek ne kadar olanaksızsa, yolun orta yerine koyup da dışarıya kaçırılıp yabancı müzelerde yer alan tarihi eserlerimizin de geri getirilmesi bir o kadar olanaksızdır. Zaman zaman bakanlık yoluyla dışarıdan ülkeye getirdiklerimiz ise, ancak bir şölen sofrasından zemine düşen kırıntılar kadardır… Sizin olanın biraz fazlasını isteseniz de, nafile… Ama istediklerimizi vermedikleri gibi, istediklerini de götürürler… Bugün ülkemizde, onca arkeoloji eğitimi görmüş genç işsiz güçsüz dolaşırken, bugün ülkemizde kaç yabancı arkeoloji heyeti kazı yapıyor dersiniz? Siz elinizdekileri taksi duraklarında bırakırsanız, onlar da ülkemizde elleriyle çıkardıklarını müzelerine götürürler…
Bugün bizlerin taksi duruklarında görüp de önünden geçtiğimiz lahitler, çöplük olarak kullandığımız o güzelim kitabeli çeşmeler, tinercilere mekan yapıp, yakınlarından geçmeye bile çekindiğimiz surlar, kendi haline bırakıp da yok ettiğimiz mezar taşları ve daha niceleri, kurtarılmaları için yapılması gerekli kaç habere gereksinim duyuyorlar dersiniz acaba?
Hoyratlığımız yalnızca Hitit, Yunan, Roma, Bizans, Selçuklu vs…eserlerle sınırlı değil. Osmanlı eserlerinin bir çoğu da bu durumda… Her gün, her saat, yalnızca önlerinden çekip gidiyoruz… Örnek mi? İşte mezar taşlarımız, kitabeli kitabesiz tarihi çeşmeler, surlar ve diğerleri… Tarihi eserlerin ülkemizdeki kaderi; Ya sokağın orta yerinde kendi haline bırakıyoruz, ya da restorasyon adı altında tümden yok ediyoruz. Sanırım tarihi eserlerin sokaklara dökülecek kadar bol, ama ona ilişkin kültürün yok olacak kadar az olduğu bir coğrafyada soluyoruz… Tabii buna solumak denirse…