Gerçeklere dayanacak güç var mı?-(TAMAMI)
Yıl:1950
Tek partili yaşamdan, uygarlığı simgeleyen çok partili yaşam tarzına geçmişiz. Özgürlük diyerek, halk idaresi diyerek bayram yapıyoruz. Bir de bakıyoruz ki, 4 yıl çabucak geçiyor ve çok partili hayatın sıkıntıları başlıyor. Meclis’te karşılıklı dalaşmalar, geçmişi karalamalar, sıra kapaklarına vurmalar.
Yıl: 1957
Sandığa gidiyoruz. Bir kez daha aynı parti iktidarda ve bu kez sadece din siyasete alet edilmiyor. İktidarın başı Meclis’te konuşuyor ve alkışlar arasında diyor ki:
“-Siz o kadar güçlüsünüz ki, isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz...”
Oysa Meclis’te artık güçlü bir muhalefet partisi de var. Başlıyor bu kez iktidar muhalefet çekişmeleri. Halk ezgin, halk bezgin ama hâlâ umutlu. İktidarda kalmanın yolunu arayanlar başlıyorlar basınla uğraşmaya.
Ne oluyorsa bu muhalif basın yüzünden! Mapushane yolunu açmak için başlıyorlar çalışmaya, yargı yoluyla kendine göre basın yaratma faslına. Sonra Ordu’yu düzene sokmak... TSK artık iktidarın emrindedir. Onun adı da; Rüştü Erdelhun devridir. Ankara Hilton, Paşa Kapısı, Sultanahmet cezaevleri gazetecilerin meskeni olmuş.
Yıl: 1960.
Aylardan Mayıs. Birden ortalık karışıyor. Yeni bir Anayasa, yeni bunalımlı yıllar... Nereden nereye gelmişiz?
Ve yıl: 2012
Pazar günleri Ulusal Kanal’da “Politikanın Nabzı“ programını sunduktan sonra eve geldiğimde hayli yorgunum.
Bilgisayarın başına geçmeden önce Silivri’de tutuklu genç meslektaşım Soner Yalçın’ın yeni çıkan kitabı SAMİZDAT’ta yıllarca önce sık sık bize yaşatılan hapishane anılarının yeni türünü öğrenmeye başladım.
Gazetecilik ya da yazarlık yapmak isteyenler için ekmek, su kadar önemli olan yaşam kaynağı özgürlüktür. Bir ara kendisini apoletleri bollaştıkça özgürlüğünü arayan Büyükanıt Paşa’ya benzetmiştim. Emekli olunca: Ben artık özgür bir Orgeneralim! dememiş miydi? Soner Yalçın’ı okurken gençlik yıllarıma, Ankara Hilton adını verdiğimiz Ankara Merkez Cezaevi’ne döndüm. En son yatağımı bile omuzlayamadan Tahkikat Komisyonu tarafından bir zabıt varakasıyla 10. koğuşa teslim edilmiştim. 28 Mayıs 1960’ın alacakaranlığında sabah güneşini görene ve henüz 1 yaşına basan kızıma ve eşime kavuşana dek. Doğrusu Soner Yalçın’ın, Tuncay Özkan’ın, Mustafa Balbay’ın, neden orada bulunduğunu hâlâ bilemeyen tutukluluğu 5. Yılındaki Doğu Perinçek’in ve diğerlerinin çektikleri yanında bizimkiler solda sıfır kalacakmış!
Soner Yalçın anlatıyor:
“Silivri’deki koğuşta iki kamera var; 24 saat izleniyoruz. Sadece hücrelerde ve tuvalette takip edilmiyorsunuz! Kameralar için ışıklar açık bırakılıyor, kapatmak yasak!“ Sonra OktayYıldırım’ın ağzından Cezaevi kurallarını naklediyor:
Çin işkencesi gibi
Acil durumlarda gardiyanlara seslenmek için koğuşta bir alarm düğmesi varmış. Ona basıyorsunuz. Silivri Cezaevi’nde her istediğinizi dilekçeyle belirtiyorsunuz. Sözlü istekler yasak. Kantin gereksinimlerinizi fişlere yazıyorsunuz. Koğuşun avluya açılan kapısı sabah 07.00’de açılıp 17.00’de kapanıyor.
Bunları okurken inanamadım. Biz demokrasinin olmadığını sandığımız 1960’lı yıllarda sadece akşamları gardiyanların “Allah kurtarsın.” dilekleriyle kapanan kapılara alışmıştık. Üstelik dışarıda rahmetli Toker’le saatlerce volta atar, güneşi tepemizde hissederdik. Şimdi 2008’den bu yana ve 2012 yılında durum bu.
Neden böyle?
Bu insanların suçu nedir? Bilsek de yaşadıkları bu işkenceye bir ad koyabilsek. Gazeteci yazmadan okumadan nasıl yaşayabilir? Sayın Başbakan kuşkusuz bu ezayı çekenleri görmüyor, o şimdi yargılanan bir zamanın güçlü komutanları gibi belki de “Canım yargı çözer!” demekte. Soner Yalçın’ın son kitabının sayfalarında daha neler var neler? Balbay da “Zulümhane’yi“ çok önceleri anlatmıştı ama öyle görünüyor ki sesini, çığlığını duyan olmamış.
5 Nisan Pazar günü programa gelen çok sayıda elektronik posta şu soruda yoğunlaşmıştı: “Bu dönemden kurtulmak için ne yapalım? Onu konuşun...“ Bir çatı altında toplumsal direnme gücünü kırmadan, dökmeden göstermek gerek demekten başka ne çare gösterebiliriz ki?
Sayın Demirel 12 Eylül’de Başbakanlıktan ayrılmadan, önce Hamzakoy’a, sonra Zincirbozan’a gönderilirken şöyle diyordu:
“-Benim bir tek ordum var. Ona karşı savaşamam. Ordum, tüfeğim yok ki“ O günün hesabını soran, askeri vesayetten kurtarılmış Türkiye’nin manzarası bu. Vatandaşa, sokaktaki insana başka ne diyebiliriz ki?