‘Gödemek’ten beri sahnedeki kadınlar (1)
Bir varmış bir yokmuş, bol keçileri olduğundan mı, keçi inatçı olduklarından mı bilinmez bir köy varmış adına “Keçi Köyü” demişler. (“Geçi” o aslında, ağza alışsanız iyi olur, bilirsiniz köylüler çoğunlukla ‘k’ye ‘g’ der.) Köyün ortasından bir çay akar, üstünde de bir köprü dururmuş. Köyün “Dişçi Gızı Fatma”, inat etmiş; “Şu” demiş, “köprünün en kenarından, hem de gözümü gapadarak garşıya geçerin ben...” Gözünü gapatarak, köprünün kenarına adımını atmışımış, kütdedenek aşağı yuvarlanmış. Ofulayu pofulayu ordan çıkıp gelirken gözünün birini esahtan açamaz olmuş. Öteki gözüyle Cüngül Ayşa’sını yayan görmüş. “Gız” demiş, “Cüngül Ayşası, gözüm nolmuş?” ; “pörtlemiş” demiş o da…
“Gıroz Gızı Meşur”, bir gece harmanda gonuşup söyleşirken, gendi gibi gütçük akranlarına iç çekmiş. “Ah” demiş. “Beni bir goyverseler de şu dağın depesine çıksam… Allah'a, herşeyi bir bir anlatır gelirin. Şu ıldızlara (yıldız) da öğendireği bi gakdım mı, iki-ücünü birden yere düşüürün…”
Hikayeler gırla Anadolu’da. (Devamlarını uzatmayalım.) Bir kere köyü olmayan derdine yansın. Köyü olanların hepisi bilir, köy hikayelerini, hikayecilerini; masallarını, ‘mesel’lerini, ‘meselci’lerini...
Kim onlar? Saymakla bitmez; yalnız bir köyün bir “Gök Fatma Ebe”si; öbür köyün torunlarına “Hay gök dinlinin sıpası” diye kızan “Güllü Ebe”si…
“Şevike Ebe, Mezin Ebe, Çolak Ebe, Hoca Ebe, Hoca Dide”...
“Mundafalı Nine, Kör Nine, Kör Babba, Kel Havva, Zale Aba,”...
“Ödek Gelin, Nevise Gelin, Mukaddes Gelin, Gülanim”…
“Badı Gız, Çini Gız, Cölü Gız, Güdük Gız, Toyaka Gızı”…
“Delayşa, Durdayşa, Ak Ayşa, Cingir Ayşa, Tapan Ayşa”…
“Asfar Hatça, Tulcu Fadime, Dadden Kebiz, Gara Ümmü, Kedi Ümüş” …
“Hopban, Cindalin, Hontulu, Tumbul, Zümbek, Müriyet, İraze, Finor...
Daha çok kadınlar aklımıza geliyor, Niye? Çünkü köylerin meselcileri daha çok onlar da ondan. (Nasıl olmasınlar? "Herifler ! gayfedeyken uşakları sıpaları kim eğler?"... )
Üstelik türkü de söylerler meseller içinde. “Hurşit ile Mahmihri” meselinde mesela… (Karamanoğulları ile Germiyanoğulları’na kadar gider bu mesel). 40 kıtaya yakın türküsü, ama sonunu gerçekte muhtemelen yaşandığı ve büyüklere anlatıldığı gibi acıklı bitirmezler çocuklar için; tatlıya bağlayıverirler.
Bütün meseller muradına erer. Mesel bu ya, kırk yıl düşünseniz biraraya getiremeyeceğiniz şeyler birleşir, uslanmaz bebeler, torunlar, “guzular” pür dikkat kesilir. Sonra anlatıcı nineler, ebeler, çok da iyi korkuturlar bu guzuları. (Dede Korkut’a belki de boşuna ‘Korkut’ demediler.) Mutlaka önce birden kaybettirir, sonra ya avundurur ya sevindirirler. “Nohutçuk çocuk” da öyle mesela. (Parmak çocuğa benzer ama nohutçuk çocuk, çocuğu olmayan bir kadının duasında yetindiği nohuttan olma çocuktur.) Nohutçuk çocuk o küçücüklüğü ile kaybolur. Kendi gibi küçük kardeşleri de ölürler hatta (tıpkı hayattaki gibi) ama bin türlü macera geçmiş hikayenin sonunda anasına tekrar kavuşur…
Hadi bakalım, Shakespeare Efendi (2. Bölümü yazacaktık bu hafta, o beklese de olur dedik sonra ), bizim meselcilerin karşısına çıksaydı da boyunun ölçüsünü bir alsaydı ! O düşüne düşüne 5’li dize söyleyeceğim derken, bizimkiler daha o dakika yaktıkları 4’ncü dizede, Shakespeare’in 5’inci dizesini boğazına diziverirlerdi. Üstelik Shakespeare Efendi, şarkı-türkü filan ne bilsin. Bizimkiler atışmaya başladılar mı, söz derler arkasından türküsünü düzüverirler; adamı büsbütün cümbüşe alıverirlerdi. Hem de ne sade ne sıcak ne bilge sözlerle… (Destek; Bedri Rahmi Eyüboğlu dememiş midir?, “Ne zaman bir köy türküsü dinlesem, şairliğimden utanırım”…)
Gözünüzün önüne böyle absürt bir sahne getirerek, nereye varmaya çalışıyoruz? Şuraya; çok ama çok ağırımıza gitti, arımıza dokundu. Neydi o TBMM’deki “tiyatro skandalı”... “Kadınlar sahneye çıkmasın”; “merdivenlerde gözleri yaşlı bakakalsınlar” kabusu… Bundan böyle, tüm bu olup bitenlerde adı geçenler, istenileni dayatanlar, göz yumanlar, hesabını sormayanlar; ömür billah bu ‘tiraji-komik tiyatro’ içinde anılacak, isimleri tarihe ve geleceğe bu utançla geçecek.
***
Bunlar sanıyor ki Cumhuriyet’ten önce sahiden bizim toplumumuzda kadınlar, şu azınlıkların zamanında “tiyatora” dediği, ‘temsil’lerden gösterilerden uzak yaşarlardı… Sanıyor musunuz ki 1918’de Afife Jale’den önce Türk ve Müslüman kadınlar hiç sahneye çıkmamışlardır? Şu anlattıklarımız, Müslüman Anadolu’nun kendi halinde tiyatro kültürünün bir tezahürü değil de nedir? ...
Öyle başarılı kadınlar vardı ki aralarında… Cep telefonlarının, televizyonun, daha eskiden radyonun dahi olmadığı zamanlarda, bu “anlatıcı” kadınlar, tıpkı kendilerine benzer erkekler gibi köyden köye çağrılabilirlerdi. Harman yerlerinde ateşler yakılıp, etrafına toplanılır; onların meselleri türküleri, edebiyle-namusuyla, kadınlı-erkekli dinlenir; köyüne dönerken eşeğinin semerine “gödemek” (fındık, fıstık, kuruyemiş) pestil, öteberi bağlanır; köyüne döndüğünde o gödemekleri yine mesel anlattığı çocuklara, gençlere, konuya komşuya vermek için, o anlatıcı cebinden eksik etmezdi.
Elbette bizim yaşımız, ancak bunların hikayelerini duymaya yetse de mesela biz de Cem Karaca’nın şarkısındaki “Bin yaşında, bin yıllık bir halının üstünde bağdaş kurup oturmuş ak sakallı bilge”ye sorsak; “doğru” derdi... Anlattıklarımız doğrudur. Türk kültürünün özü, en çok sözlü ve ne kadar yasak edilmişse, o ölçüde dirilmiş “sazlı” kültürde, türküdedir. En eski sözlü kültürün, kuşaktan kuşağa en büyük taşıyıcısı köylüler; köylerde de kadınlardır. Anaların dilleri, yaşayan en büyük sözlü arşivdir, canlı kaynaktır...
Cem Karaca’nın şarkısındaki gibi dağ başında, bin yaşındaki bilgeye rastlayamadık ama bu anlattıklarımızı geliştiren bir rastlantı oldu bizim için. Çocukluğunda tıpkı bu kadınlar gibi köy köy gezen bir büyük halası olan Ümit Okay Hamurcu’ya rastladık, bir sinema salonunda. “Söz ver yazacaksın” dermiş büyük hala ona. Hamurcu, çocuk yaşta ne yazacağını anlayamadığına, onun hikayelerini kaydedemediğine çok üzülüyor. Fakat öylesine yer etmiş ki halası onda yine de sözünü tutmak için yazmış ve şimdiye kadar 4.üncü kitabı basılmış. Birisinin başında büyük halaya uzun bir “ithaf” bölümü var.
***
Diyeceğimiz; geçmişin, akşamları harman yerlerinde ve-veya evlerin duvarlarına bitişik; kerpiçten, taştan, betonarmeden yapılma, (bir dizilseler en az 20 kişinin yan yana sığışabileceği) “oturamak”ların önünde; veyahut gündüz tarlada, tüm ırgatlar orak sallarken; tek işi onlara türküleriyle, öyküleriyle, güneşin alnında çalışmaya dayanabilmeleri için “gönül eğlemek” olan bu kadınların ya da adamların, günümüzde şehirlerin kalabalığında yerleri, tiyatro sahnelerinden, konser salonlarından başka neresi olacaktı ya?
İddiamız odur, Türk kadınının sahneye çıkması, Cumhuriyet’ten binlerce yıl evveline dayanır. Fakat sadece Cumhuriyet onlara hak ettikleri değeri verip, “sanatçı” demiştir. Ancak böylece kadınlı-erkekli sanatçılar’ın çoğu, yalnızca eşeklerinin semerindeki öteberiyle geçinmek zorunda kalmayıp; onurlu bir yaşam sürebilecekleri, insanca yaşayıp yalnızca sanat yapabilecekleri bir saygınlığa ve üretim bolluğuna kavuşmuştur. (-Dir-dır diye anlatıyoruz, siz şikayet etmeyin, ‘bir eyice galın gafalara bellensin !’ )
***
Gelin şimdi buna bugünden bir canlı örnek verelim. Fakat önce haberini verelim. Buradaki ikinci yazımızın konusu, Ankara Devlet Tiyatrosu’nun “Gün Batımı” oyunuydu, okuyanlar hatırlayacaklardır. Gün Batımı, bu yıl tiyatro otoritelerinden 3 ödül birden aldı. Tiyatro Eleştirmenleri Birliği (TEB)’nin, Ankara için yaptığı seçimlerde “Yılın Oyunu Ödülü”ne, bu oyun layık görüldü. TEB’in “Yılın Yerli Oyun Yazarı Ödülü”ne de yine oyunun yazarı Ali İhsan Kaleci sahip oldu.
Sadri Alışık Anadolu Tiyatro Oyuncu Ödülleri’nde ise “En İyi Kadın Oyuncu” ödülü, Gün Batımı’ndaki rolleriyle Mehtap Öztepe’nin oldu. İşte bizim konumuzu bağlamak istediğimiz yer de Mehtap Öztepe’nin, bu oyunda seyirciye dönüp; bir “anlatıcı” diliyle, sadece seyircinin hayal gücüne yaslanarak; onları ta Hindistan’a kadar götürüp getirebildiği “Can kuşun öyküsü” örneği...
Öztepe’yi bizim gibi siz de dinlemiş olsaydınız, yazının başından beri sözünü ettiğimiz, geçmişin bu anlatıcı kadınlarının gücünü, önemini siz de tahayyül edebilir; “hikayeciliğin”, belki bundan sonra da Türk tiyatrosunda varabileceği yerleri, siz de hayal edebilirdiniz…
***
Size tam buraya denk düşen başka bir örnek daha verelim. Bir yabancı gezgin kadın“masal anlatıcısı” var aramızda. Bu tarihin yalnız bizde değil, dünyanın her yerinde insanlık tarihi kadar eskiliğini hatırlatmakta bize. O, tek başına gösterisini, yalnız sahnelerde değil; tıpkı geçmişteki gibi insanların onu dinleyebileceği her yerde sunabilen Judith Malika Liberman…Türkiye’de, bize Türkçe masallar anlatabilen bir yabancı. Yaptığı şey, tüm dünyada eğitim literatüründe anlaşılan “storytelling” (hikaye anlatımı) olarak karşılığını bulmuş ve giderek gelişmekte… Bu yazımızdan sonra aydinindusunceleri.com’da “Judith Liberman, Masalların Melikesi” başlıklı yazıyı okursanız, tüm bu anlattıklarımız, zihinlerde yerine daha çok oturacak; geçmiş, gelecekle daha iyi birleşebilecektir.
***
Köylüler, küçük birer kapalı toplumun gelenekselliği içinde, modern yaşamdan arta kalabildiği kadarıyla kendi temsillerini, kendilerince sürdüredursunlar…Yazımızın bundan sonraki bölümünde, tiyatroda geçmişin de geleceğin de adında keşistiği “bir tiyatro fedai”si yer edecek; Afife Jale…
Artık onun adına, sosyal medyadan, köşe yazılarına; televizyon dizilerinden, dost sohbetlerine her geçen gün daha sık rastlıyor; her yerde çoğalan o ikonlaşan fotoğraflarına bakıp, neler yaşadığını hep birlikte anlamaya çalışıyoruz.
Çünkü “yüreği vaktinden ötede atan” bir başka “kuş özgürlüğü”nün öyküsü onunkisi de. Şimdi tüm bu olup bitenler, sanki o “can kuş”un öyküsündeki gibi, ölü bir kuşu canlandırıp, özgürce yeniden uçurmakta ve bunun için ödediği bedellerin acısını her birimize yeniden pay etmekte. Ki, onun gibi başka “can kuşlarımız”, tekerrür eden tarihte, aynı bedelleri tekrar tekrar ödemek zorunda kalmasın…
Yazımızın 2. bölümünde, sadece onun trajik öyküsünü anlatmayacağız. (Buna pek çok yerde siz de rastlayabilirsiniz.) Asıl olarak onun öz yaşam öyküsü üzerine dramatik kurgusu çok kuvvetli, tiyatro oyunlarından; sinema filmlerinden ve bale gösterimlerinden bahsedeceğiz. Adına açılan gösteri salonlarına ve nihayet 22.’si önümüzdeki günlerde törenle sahiplerine verilecek olan “Afife Jale Tiyatro Ödülleri”ne ışık tutacağız...