22 Kasım 2024 Cuma
İstanbul 17°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Goethe: Aydınlanma’nın ve hümanizmin büyük şairi

Ferhan Bayır

Ferhan Bayır

Eski Yazar

A+ A-

“Goethe yalnızca en büyük Alman şairi değildi, aynı zamanda en büyük Almandı”

Karl Marx

“Goethe’nin eserleri o kadar ileri ki, Alman dili hâlâ ona yetişmeye çalışıyor”

Franz Kafka

Bugün birçok saygın düşünür ve akademisyenin Goethe üzerine yazdıkları okunduğunda, Marx’ın ve Kafka’nın betimlediğinin tam tersi bir Goethe portesiyle karşılaşmaktayız. Marx’ın en büyük Alman düşünür olarak selamladığı Goethe, birçok Avrupalı “sol eğilimli” kesim tarafından “gericiliğin ve akıl karşıtlığının” temellerini atanların başında gelmektedir. Kafka’nın dilini ve üslubunu aşılamaz gördüğü Goethe, birçok “ilerici” edebiyat eleştirmeni için “gerici romantizmin” üslubunun yaratıcısıdır. Bu iki uç görüş arasında yolumuzu nasıl bulacağız? Hangi görüşün gerçeğe daha yakın olduğunu nasıl bileceğiz? Ya da neden Goethe için herhangi bir yargıda bulunmak zorunda olalım? Goethe bu yüzyılın insanları için herhangi bir şey ifade etmekte mi?

Batı kapitalist uygarlığı hızla çözülüp, tüm insanlığı kendi yıkıntıları altında bırakmayı amaçlarken; bu yıkımlardan kaçıp insanlığın erdemli ve özgürlük içinde yaşayacağı yeni bir uygarlık kurmak isteyenlerin Goethe’nin mirasını yeniden gözden geçirmesi zorunluluktur. Goethe, insanlığın düşe kalka yürüdüğü özgürlük yolunun taşlarını döşeyen büyük şairdir. Goethe sadece Almanya ve Avrupa’nın düşünürü değildir, Aydınlanma ve toplumsal ilerlemeyi hedeflemiş bütün toplumların ortak mirasıdır. Bu nedenle, postmodernizm insanlığın ortak mirası Aydınlanma ve hümanizmi hedef alırken, bu gericiliği en yakıcı şekilde hissedenlerin Goethe’yi yeniden keşfetmesi acil bir ihtiyaçtır.

Cumhuriyet devrimlerinin pusulası Aydınlanma’nın ve bu devrimlerin yeşerdiği Köy Enstitüleri’nin en büyük savunucusu, Cumhuriyet’in kültür devriminin en önemli temsilcisi Hasan Ali Yücel’in Goethe üzerine yazdığı biyografi kitabını düşünmek bile yeterlidir. Yeni cumhuriyeti, yeni bir toplumu kuranlar Goethe’yi yeniden keşfetmişlerdi.

FAŞİZMİN GÖLGESİNDE GOETHE'NİN DEVRİMCİ MİRASI

Goethe’nin gerici ve akıldışı düşünce tarihine dahil edilmesi, iki dünya savaşı arasındaki dönemde gerçekleşmiştir. İlk olarak, 1880’lerde ortaya çıkan ekonomik ve toplumsal kriz sonucu Aydınlanma ve ilerleme düşüncesinin mirası, Avrupa aydınları tarafından sorgulanmıştı. Her ne kadar Romantizm döneminde Aydınlanma’nın akılcılığı, insanın duygusal yönünü görmezden geldiği iddiasıyla eleştirilse de, Dekadans dönemde bu mirasın temellerine saldırılmıştır. 1. Dünya Savaşı öncesinde gelişen modern sanat akımları, Rönesans’tan itibaren Batı kanonlarını topyekûn reddetmişlerdi. Reddedilen bu mirasın en önemli unsurları Klasisizm ve Aydınlanma’ydı. Alman dilinin ve kültürünün kurucuları Goethe ve Schiller’in, burjuva toplumu karşıtı bu aydınlar tarafından sahipsiz bırakılmasıyla, ilerici ve devrimci miras Hitler’in önüne koyulmuş oldu.
Goethe: Aydınlanma’nın ve hümanizmin büyük şairi - Resim : 1

Hitler, iktidarı döneminde faşizmin ideolojik meşrutiyeti için yarattığı “Alman ruhu” mitinin köklerini Goethe ve Schiller’e kadar dayandırmıştı. Buradaki önemli nokta, Goethe ve Schiller gibi ilerici ve devrimci düşünürleri Hitler’in bile Almanya tarihinden silemeyecek olmasıydı. Hitler iktidarı boyunca sadece, Marx’ın arkadaşı Henrich Heine ve Engels’i etkilemiş Ludwing Börne gibi devrimci demokrat yazarları gölgeleyebilmişti.

Hitler dönemine dair en çok tartışılan konuların başında, Avrupa’nın en rafine entelektüellerinin nasıl faşizmi savundukları ya da faşizmin önünde ideolojik kavgayı neden bu kadar kolay kaybettikleri gelir. Bu soru ilerici, muhalif Alman entelektüellerinin siyasette ve estetikte nasıl konumlandıkları tartışılarak irdelenebilir.

1848 Devrimi’nin yenilgisinden sonra burjuva toplumuna olan inançlarını kaybeden sanatçılar, 1. Dünya Savaşı’nın yıkımlarıyla birlikte kendilerini tamamen bu toplumun ve mirasının dışında konumlandırdı. Özellikle modern sanat akımlarıyla, bu konumlarını politikleştirip estetik norm olarak sundular. Gerici Alman idealizminin kültürel sonucu olan faşizmin ortaya çıkmasıyla, bu ilerici, muhalif aydınlar Hitler’in “Alman ruhu”na karşı tüm Alman kültürünü yadsımışlardı. Tarihe kavga ettikleri faşizm gibi, aynı idealist gözlüklerle bakan bu aydınlar, dolaylı yoldan faşizmin “Alman ruhu” mitinin kurulmasına yardımcı olmuşlardır. Hölderlin’i faşizmin atası yapan bu aydınlar, Goethe ve Schiller’i de gerici ve çarpık kültürün oluşmasında başlıca suçlular olarak ilan etmişlerdi. Thomas Mann gibi birkaç yazarın dışında Goethe ve Schiller’i savunan aydın sayılıdır. Tarihsel ve materyalist bakıştan yoksun muhalif aydınlar ilericilik adına neredeyse Avrupa’nın bütün ilerici mirasını faşizmin eline teslim etmişti.

Bu noktadan sonra geriye Goethe’nin Schopenhauer ve Nietzsche’nin manevi atası olarak edebiyat tarihine yazılması kalmıştı. Muhalif “sol” faşizmle birlikte gerici bir Alman düşünce tarihi inşa etmiştir. Çarpıcı olansa, 2. Dünya Savaşı sonrası bu muhalif düşüncenin seleflerinin Nietzsche’den Foucault’ya, “özgürlükçü” felsefi çizgiyi savunmalarıdır. Hitler tarihin çöplüğüne süpürülse de onun döneminde yaratılan Aydınlanma’yı ve akılcılığı yadsıyan gerici mitin Avrupalı sol çevrelerce benimsenmesidir. Bu durumun derinlemesine tartışılması başka bir yazının konusudur. Ancak şu not edilmelidir; Nietzsche’yi referans alan yeni sol, Goethe’nin Aydınlanma ve Fransız Devrimi karşıtı kimlikle anılmasında neden olmuştur. Yine, Frankfurt Okulu’nun bu gerici mitin yaratılmasındaki “günahı” da başka bir yazının konusudur.

Goethe: Aydınlanma’nın ve hümanizmin büyük şairi - Resim : 2

ALMANYA TARİHİNİN ÖZGÜNLÜĞÜ VE TRAJEDİSİ

Goethe’nin Fransız Devrimi karşıtı olarak sunulmasında, özellikle Hitler dönemindeki Fransız karşıtı söylemin etkisi büyüktür. Faşizm bütün Alman kültürünü, Fransız karşıtlığı çerçevesinde yeniden tanımlamıştı. Lessing’in Corneille ve Voltaire’e yönelik edebi eleştirileri, Fransız karşıtlığı, devrim karşıtlığı olarak sunulmuştu. Reel siyasetteki radikal dönüşümlerin kültürel mirası nasıl alt üst ettiğinin bundan başka örneğini tarihte bulmak zordur.

Alman kültürünü baş aşağı çeviren bu dinamikleri berrak biçimde kavramak için Fransa ve Almanya’nın zıt yönde gelişen tarihsel dönüşümlerine yakından bakmak gerekmektedir.

Almanya ile Fransa’nın feodalizmden ulusal devlete geçişini karşılaştıran Engels, Fransızların bu süreçte yaşadıkları toplumsal sorunları devrimci çözümlere aşarken, Almanların ise gerici çözümlerle bu sorunlarını aşmaya çalıştığı sonucuna varmıştı.Almanya’da 1525 tarihinde gerçekleşen Köylüler Savaşı sonucunda köylülüğün yenilmesiyle, Alman tarihi bambaşka bir yola sapmıştı. Fransa’da küçük toprak sahibi köylülüğün devletin modernleşme sürecinde konumunu koruması sayesinde, Fransız Devrimi sırasında feodalizmin tasfiyesinde şehirli sınıflarına destek olan en büyük kuvvet olmuştu köylüler. 4 Ağustos 1789 tarihinde feodalizmi kaldırmakta bocalayan burjuvazi, büyük köylü ayaklanmalarından cesaret bulup feodalizmi ilga etmişti. Zaten, Fransa’da ortaya çıkan mutlak monarşi, şehirdeki burjuvazi ve kırsaldaki köylülerle ittifak yaparak adım adım feodal ilişkileri törpülemişti. Fransız Devrimi patlak verdiğinde Fransa’nın ulusal birliği büyük ölçüde tamamlanmıştı.

Almanya’da ise köylü sınıfı, Elbe’nin batısındaki sınırlı coğrafyayı saymazsak, kendi topraklarının “de facto” olarak bile sahibi değillerdi. Köylü savaşları sonrası Almanya’nın kırsalında güçlenen Junkerler’in (büyük toprak sahipleri) omuzlarında yükselen küçük Alman prenslikleri ortaya çıkmıştı. Almanya’yı mutlak monarşi yoluna sokacak ne şehirlerinde kendi kimliğini kabul ettirmiş burjuvazi ne de kırsalda görece özgür köylü sınıfı bulunmaktaydı. Küçük Alman prensliklerinin Prusya tipi modernleşmesinde, bu feodal Junker sınıfından saray, bürokratik ve askeri sınıf yaratılabilmişti. Böylelikle Junkerler, Alman devletinin omurgasını oluşturmuştu.

Silik, küçük ve korkak adımlarla ilerleyen Alman burjuvazisi böylelikle kendisini Junkerler’in eline teslim etmişti. Alman kültürünün çarpıklığı tam bu noktada başlamıştır. Fransa’da devrimci burjuvazi dünya görüşüyle aristokrasinin en tutucu kesimlerine bile nüfuz ederken; Almanya’da burjuvazi kendi dünya görüşünü bağımsız biçimde yaratamadı, yarı feodal Almanya’nın sınırlarını aşamadı. Bundan dolayı ulusal kültür yetkin şekilde oluşturulamadı. 1848 Devrimi sırasında, İtalya’yı saymazsak, Avrupa’da işçi sınıfı politik sahneye çıkarken, Almanya bu tarihte hala ulusal birliğinin ve burjuva demokrasinin temel sorunlarını tartışmaktaydı. 1870 sonrası Bismarck, Almanya’yı, Fransa’nın tersi yönde, muhafazakar politikalarla birleştirdiğinde burjuvazinin Almanya’da demokrasi ve özgürlük mücadelesi için söyleyeceği bir söz de kalmamıştı.

Fransa’nın tarihsel gelişiminin tersine Almanya’da, ekonomik ilerlemeyle toplumsal ilerlemenin birbirlerine karşıt şekilde konumlanmıştı. Kapitalist ilişkilerin egemen olduğu dönemde bile Almanya’da burjuvazi, ulusal sınıf olarak öne çıkamamış, dünya savaşına Almanya eski sınıfların ideolojik egemenliğinde girmişti.

Bu tarihsel olgularla bakıldığında Goethe’nin konumu ve onun mirası daha sağlıklı şekilde ele alınabilir. Goethe’nin “Wilhelm Meister’in Çıraklık Yılları” eserinin; Aydınlanma ve hümanizm mücadelesinde, ulusal kültür yaratma kavgasında, Almanya’nın bu yarı feodal küçük prensliklerinde ne anlama geldiği berrak şekilde görünür.

RÖNESANS'TAN AYDINLANMAYA HÜMANİZMİN İLKELERİ

“Ben asla burjuva toplumu için yaratılmamışım. Her şeyin yalnızca baskı ve can sıkıcı yükümlülük olduğu yerde”

Rousseau, Yalnız Gezerin Hayalleri

Goethe’nin bu eserinin ilk taslağı “Meister’in Tiyatroculuğu” ismiyle altı bölüm halinde 1785 yılında yayımlandı. Bu eser “Bildungsroman” türünün yani bireyin oluşumunu, gelişimini anlatan roman türünün en seçkin örneğidir. Aynı zamanda edebiyat tarihinin en seçkin örneklerindendir. “Wilhem Meister’in Çıraklık Yılları”nı bu denli özel ve önemli kılan, bu eserin 18. yüzyıldan 19. yüzyıla geçiş romanı olması ve her iki dönemin de sanatsal eğilimlerini en yetkin şekilde sunmasıdır. Friedrich Schelling bu eserin roman türünün gelişimi açısından benzersiz önemi olduğunu vurgulamıştı. Sadece “Don Quijote” ile “Wilhelm Meister’in gerçek anlamıyla en üst estetik değerde romanlar olduğunu söylememişti. Ona göre insanlığın iki büyük geçiş̧i krizi bu iki romanda en üst ideolojik ve sanatsal ifadesini bulmuştur.

Rönesans’tan Aydınlanma’ya edebiyatın, genel anlamda felsefesinin, odak noktasında, bireyin doğal eğilimlerinin yönlendirilmesiyle kişiliğin yetkin, çok yönlü ve ahenkli biçimde ortaya çıkması amaçlanmıştı. Özgür şekilde yetişen bireylerin bir araya gelerek oluşturduğu özgür, ahenkli ve uyumlu toplum ideali, Cervantes’ten Goethe’ye tüm yazarların ütopyası olmuştu. Her yeteneğin özenli ve özgürce eğitilmesi Hümanizm kavramının temelini oluşturur. Bundan dolayı Rönesans’tan Aydınlanma’ya, hümanizmin hedeflerini gerçekleştirmek isteyen düşünürler, bireyin bu gelişimine ket vuran, bu gelişimin doğasını bozan toplumsal ilişkilere keskin ve uzlaşmaz biçimde eleştiriler yöneltmiştir.

Rönesans döneminde, Don Quijote yel değirmenlerine saldırırken, feodalizmin sınıfsal ayrıcalığa dayalı ve bireyin gelişimini engelleyen parçalanmışlığını hedef almıştır. Aydınlanma ile birlikte feodalizmin kalıntıları yine yazarların başlıca hedefleri olurken; yavaş yavaş toplumsal ilişkileri dönüştürmeye başlayan burjuvazinin dar ve soğuk rasyonelliği, tek yönlü uzmanlaşmayı dayatarak bireyin çok yönlülüğünü engelleyen karakteri de eleştirilerin merkezinde yer almıştır.

Bu nokta önemlidir, Aydınlanma’nın ilk çıktığı İngiltere’de, çok erken bir tarihten itibaren ticaret toplumsal ilişkilerde başat hale gelmişti. Fransa’da fizyokratların öncülüğünde ticaret, aynı şekilde toplumsal ilişkileri kuşatmaya başlamıştı. Burjuvazi devrimlerle kralların taçlarını sokaklarda yuvarlamadan, iktidarı ele geçirip toplumsal ilişkileri köklü biçimde dönüştürmeden çok önce, bu yazarlar burjuva toplumunun bireyin doğasını bozacak hastalıkları çok önceden teşhis etmişlerdi. Bu yazarları büyük ve bugün için güncel kılan en önemli özellikleri bu noktada aranmalıdır.

Rousseau nasıl “halk egemenliği” ilkesini modern ulus devletlerin temel ilkesi olarak öngörüp dile getirdiyse, sonradan ortaya çıkacak burjuva toplumunun baskıcı ve bireyi yükümlülüklerle ezen yapısını da öngörmüştü. Rousseau feodalizmin ve kapitalizmin bireyin ahenkli ve yaratıcı gelişimini engellemesine karşı “Émile” eserini kaleme almıştı. Rönesans’tan Aydınlanma’ya hümanizm, bu eserle canlı ve elle tutulur şekilde betimlenmiştir. Bozuk ve hasta toplumsal ilişkilerden çocukların nasıl uzak tutulup yetiştirilmesi gerektiği edebi ve zengin şekilde anlatılmıştır. Bu eser başta Kant olmak üzere, bütün Alman düşünürleri üzerinde derin bir iz bırakmıştı. Goethe’ye göre “Émile” yeni doğan insanlığın kutsal kitabıdır. Şüphesiz Émile’den ilham alarak Goethe Wilhelm Meister’i kaleme almıştır. Rousseau sadece bu eseriyle değil tüm fikirleriyle “Fırtına ve Atılım”ın manevi atasıdır. Goethe’yi Rousseau’ya bağlayan derin bağlara bakmak bile Goethe’nin Aydınlanma karşıtı olarak sunulmasının ne derece temelsiz olduğunu gösterir. Ne var ki Goethe’yi gerici tarihe eklemleyenler esas olarak Rousseau’yu akla karşı duyguları dile getiren düşünür olarak tanımlamaktadır. Kuşkusuz Goethe’nin tarihsel kişiliğini geri vermek için önce Rousseau üzerine çekilen karanlık örtüyü çekip almak gerekmektedir.

ARİSTOKRASİ VE BURJUVAZİYE KARŞI BİREYİN GELİŞİMİ

“Özgürlüğü ve yaşamı yalnızca, onları her gün fethetmek zorunda olan hak eder”

Goethe, Faust

Hümanizmin amaçladığı bireyin yetkin ve çok yönlü yetiştirilmesinde sanatın özel yeri vardır. Bireyin doğal eğilimlerinin çok küçük yaştan itibaren sanatlara yönlendirilerek ortaya çıkarılabileceği düşünülüyordu. Aydınlanma düşünürleri bu anlamda sanatı, bireyi eyleme hazırlamayı, hayattaki engelleri aşmasını sağlayacak pratik amaç olarak görmekteydiler. Sanatla bireylerin manevi dünyaları yüceltilip zenginleştirilirken, onların hayatın pratik sorunlarına çözüm getirecek, hayata çok katmanlı bakabilecek derinliğe sahip olmaları istenmekteydi. Goethe de bu eserde genç Wilhelm’i tiyatro eğitimiyle hayata hazırlar.

Genç Wilhelm, babası gibi ticaretle uğraşmayı reddedip, küçüklüğünden bu yana büyüsünden kurtulamadığı tiyatroya yönelmek istemektedir. “Düzenin ve temiz kokunun hüküm sürdüğü burjuva sınıfa mensup ailede” büyüyen Wilhelm için tiyatro “onu uzun zamandır kurtulmayı arzuladığı tutuk, tembel kentsoylu yaşamdan çekip çıkaran parlak işaret” anlamına gelmekteydi. Wilhelm’in tiyatroya yönelmesine karşı ilk engel ailesinden gelir. Annesi böylesi basit bir eğlence yüzünden evin huzurunun bozulduğunu dile getirerek tiyatroya lanetler okur. Wilhelm annesine, “kesemize para olarak girmeyen, yakınımızdaki mülke sahip olmamızı sağlamayan her şey yararsız mı?... Yeni bir ev inşa etmek çok mu gerekliydi? Babam her yıl ticaretten kazandığı paranın büyük bölümünü evi güzelleştirmeye harcamıyor mu?.. Daha azıyla yetinemez miydik?” sözleriyle karşı çıkarken; romanın ilk başlarında burjuvazinin rasyonalizm olarak sunduğu dar anlayışının, sanatla ve bireyin gelişimiyle çatışması gösterilir.

Wilhelm devamında tiyatronun onun için ne ifade ettiğini “bizi eğlendirip aydınlatacak ve yüceltecek çeşitli şeyler” sözleriyle dile getirirken, “kendisini kusursuz bir aktör, gelecekte bunca hasretin çekildiğini duyduğu ulusal tiyatronun kurucusu olarak” görür. Goethe burjuva zihniyetinin sanatla çatışmasını gösterirken; aynı zamanda burjuvazinin parçalanmış, yarı feodal Almanya’da ulusal kültürü kurmak gibi bir misyonunun bulunmadığının altını çizer.

Romanda Wilhelm’in karşı kutbunu temsil eden diğer bir karakter Werner’dir. Wilhelm’in çocukluk arkadaşıdır ve babaları birlikte ticaret yapmaktadır. Werner “ideal bir burjuva” olarak yetişir. Gençliğin coşkun arzularının insanı zengin hayallere sürüklediği yaşta Werner, “düzen ve netlik, tasarruf etme ve kazanma arzusunu artırır” görüşünü benimser. Werner’de para kazanma arzusu, burjuva zihniyet dünyasının tüm saflığıyla ortaya çıkar: “Tek bir insan akıllı ve zengin olacaksa...bedelini çoğu zaman başkaları öder”. Yaşadığı dönemin toplumsal ilişkilerini derinlemesine inceleyen Goethe, kapitalizmin “mülksüzleştirerek mülkleşme” kuralı olan ilkel birikim yasasının toplumsal eşitsizliği nasıl yarattığını dile getirir. Ne var ki “Werner’in ideal burjuva yaşamıyla ilgili görüşleri Wilhelm’i bütün şiddetiyle aksi yöne” tiyatroya iter.

Bir tiyatro topluluğuna dahil olan Wilhelm, bu toplulukla sanatın içsel anlamını ve sanatın toplumsal ilişkilerdeki konumunu inceler. Buradaki önemli nokta Wilhelm’in gerek sanatın anlamını gerekse toplumsal karşılığını eylem içinde öğrenmesidir. Tiyatro topluluğu seyahatleri sırasında tiyatro meraklısı, sanat aşığı baron tarafından malikanesinde oyunlarını sergilemeleri için davet edilir. İlk sahnelerde burjuvaziyi yeren Goethe’nin aristokrasiyi yücelttiği sanılsa da, ilerleyen sayfalarda Goethe keskin eleştirileri bu sınıfa da getirir. Topluluğun çok kötü şekilde karşılanması ve aristokratların gündelik yaşamlarında tiyatronun piknik, avlanma etkinliğinden pek bir farkı olmaması çarpıcı sahnelerle betimlenir. Baronun kendi yazdığı vasat bir oyunun sergilenmesini istemesi bir yana, özellikle oyunun sonunda prenslik tacının gösterilmesini istemesiyle; sanatın hamiliğine soyunan aristokrasinin de ulusal kültürü yaratmaktan uzak olduğu gösterilir. İngiliz ve Fransız tiyatrosu arasında iki kampa ayrılan aristokratlar, kıyasıya hangi ekolun daha yetkin olduğunu tartışırlar fakat Alman tiyatrosunun kendi kimliğini kazanması gibi hiçbir amaçları yoktur.

İnce zevk sahibi, zarif sınıfla yaşadığı bu deneyim sonrası Wilhelm, “doğar doğmaz insanlığın aşağı tabakası üzerinde yükselen bu sınıf... Liyakat yerine unvana, rütbeye, giysilere ve donanımlara göre saygı gösterirler” sözleriyle toplumsal ayrıcalıklarla ve bu ayrıcalıkların toplumsal bütünlüğü parçalayarak, bireyin özgür gelişiminin engellendiğini dile getirilir.

Bununla birlikte Goethe, aristokrasinin en “soylu erdemini” eleştirir: “Bir efendinin dostları olabileceği ama kendisinin dost olamayacağını iddia ediyorum.” Wilhelm, aristokrasinin şövalyelik ruhuna mızrağı saplar, Don Quijote gibi. Wilhelm’in devamındaki “sadakat, alt sınıfların erdemidir, böylece soyluyla eşdeğer olur... Böylelikle gerçek mutluluğu sadece alt sınıflar deneyimler” sözleriyle, hümanizmin başat hedefinin halkın mutluluğu ve özgürlüğü olduğu gösterilir.

Goethe’nin hümanizm anlayışını en berrak biçimde gösteren diğer bir sahne, Wilhelm’in bu aristokrat çevrede tanıştığı yüzbaşıdır. Savaş döneminde erkekleri askerlik hizmetine çağırmak üzere reklamların yapıldığı askeri kurumda çalışan bu yüzbaşıyı “her türlü insanı kendisine çekip onları kendi yöntemleriyle aldatmakta usta olan yüzbaşının hilelerini ve çevirdiği dolapları öve öve bitiremiyordu. Bu yüzbaşının, bakımlarını özenle üstleneceği iddiasıyla terbiyeli ve eğitimli iyi aile çocuklarını nasıl kandırdığını ayrıntılarıyla anlattı” sözleriyle betimledikten sonra “Jarno artık onun için bir asker toplayıcısından başka bir şey değildi... Bu adamların zihniyetinden tiksindi ve o andan itibaren üniforma giyen herhangi biriyle yakınlaşmaktan kaçındı” der.

Goethe, tarih boyunca gerek Almanya’da gerekse Avrupa’da tüm ilerici kuvvetleri ezen, halk düşmanı Prusya tipi yarı feodal küçük Alman prensliklerinin yıkıcı, militarist yapısını çok önceden öngörmüştü. İki büyük dünya savaşı çıkarıp insanlığın onurunu ayaklar altına alan, Almanya’nın çarpık ve hastalıklı modernleşmesi bu noktada kendisini gösterir. Bu konuda da Almanya, Fransa ile zıt bir karaktere sahiptir. Köklü demokratik devrimlerin yaşanmaması sonucu, Fransa’daki gibi halkçı ve devrimci bir orduyu Almanya’da aramak boşunadır. Fransız halkı devrimlerle kendisini şekillendirirken, Alman halkı Marx’ın dediği gibi “kan ve barut kokusuyla” bir araya getirilmişti. Goethe’nin hümanizmi ve Aydınlanma’yı savunduğu topraklar bu denli dikenliydi.

HÜMANİZME HAYAT VEREN DEVRİMCİ UMUTLAR

“Duyular genişler ama uyuşur; eylemler canlandırır ama kısıtlar”

Goethe

Kitabın ikinci kısmına geçerken Wilhelm tiyatroya veda eder, burada Wilhelm’in ideallerinden herhangi bir ödün vermesi ya da sanatın insanı yücelten anlamına olan inancın kaybı söz konusu değildir. Goethe eserinde tiyatroyu amaca giden yolda soylu bir araç olarak ele alır. Tiyatro sayesinde Wilhelm gerçek hayatı ve onun uzlaşmaz çelişkilerini tanır. Wilhelm tiyatroyu tarif ettiği pasajda bir anlamda hayatın kendisini betimler. Goethe, insanın yetkinleşmesini ve zenginleşmesini her zaman hayatın içinde eylem halinde tanımlamıştı. “Hedefsiz ve amaçtan yoksun yolunu kaybetmiş” insanlar ancak küçük yaşta sanatsal bir eğitimle doğal eğilimleri ortaya çıkarılıp kendi yollarını bulmaları sağlanarak özgür bir topluma uyumlu hale gelebilir. Aydınlanma’nın eğitim konusundaki vurgusu bundandır. Goethe hayattan kopuk bilgiyi, eylemi yadsıyan içe dönüklüğü her zaman eleştirmişti: “Aydın kişilerin en büyük hatası, bütün her şeyi bir fikre bağlayıp somut olana ya çok az değer vermeleri ya da onu hiç önemsememeleridir.”

Goethe’nin dehasını gösterdiği esas nokta, yarı feodal prensliklerin ve Junkerler’in gölgesinde kişiliksizleşen burjuvazinin temsil ettiği Almanya’nın ötesinde; burjuva toplumunun ileride yaşayacağı uzlaşmaz çelişkileri göstermesidir. Goethe, burjuva demokratik devrimlerin ideolojik hazırlıkları sırasında aristokrasiye ve kiliseye karşı doğan hümanizmin, kendi bağrından çıktığı burjuvaziyle yaşayacağı çatışmayı incelemiştir bu eserinde. Bu anlamda, Hegel’den Marx’a doğru gelişecek diyalektik yöntemin köklerinin edebiyattaki izlerini Goethe’de gözlemlemek önemlidir.

“Wilhelm Meister’in Çıraklık Yılları” eserinde, ileride iktidarı alıp kendi toplumsal düzenini kuracak burjuvazinin, her şeye rağmen kamusallık inşa edemeyeceği ve hiçbir zaman kamusal bir kişilik yaratamayacağı kahince dile getirilir: “Bir yurttaş para kazanabilir ve çok gerekli durumlarda kendi aklını eğitebilir; ama hangi konumda olursa olsun, kişiliğini kaybeder... ‘Sen nesin’ diye sormaya hakkı yoktur; sadece, ‘neyin var? Anlayışın, bilgin, becerin nedir? Servetin ne kadar?’ diye sorabilir... kişiliğiyle hiçbir şey veremez ve vermesi gerekmez... sadece kendisidir, görünmek istediği şey ise gülünç ya da yavandır.” Kendi kamusallığını yaratamayan bir sınıf Goethe’ye göre, hümanizmin ilkelerini hiçbir zaman hayata geçiremezdi.

Bugün tekrarlananın aksine Goethe, Fransız Devrimi’ni büyük coşkuyla karşılamıştı. Goethe, “Hermann ile Dorothea” eserinde “Zira yeni doğan güneşin ilk parıltısı ufuktan yükseldiği ve herkese bahşedilecek insanlık haklarından, ruha neşe veren hürriyetten ve candan alkışlanan müsavattan bahsedildiği vakit, kalbinin coştuğunu, göğsünün daha ferah ve daha temiz duygularla çarptığını, kim inkâr eder ki! O zaman herkes kendi benliğine sahip olacağını ummuştu; birçok ülkeleri kıskıvrak bağlayan, ve ucu yan gelip oturan menfaat düşkünlerinin elinde bulunan bağlar, çözülür gibi olmuştu. O heyecanlı günlerde bütün milletler gözlerini, çoktan beri tekmil dünyanın payitahtı olan, ve o anda da bu muhteşem unvanı her zamandan daha fazla hak eden, o eşsiz şehre çevirmemiş̧ miydi?” diyerek Fransız Devrimi’ni selamlamıştı.

Goethe, Fransız Devrimi’nin amaçlarını ve toplumsal içeriğini benimsemekle birlikte, hiçbir zaman bu devrimin pleb yöntemlerle uygulanmasını kabul etmedi. Fransız Devrimi’nin radikal aşaması, devrimin ılık esintisini dahi yüzünde hissedemeyen Goethe için yabancıydı.

Geçiş krizinin düşünürü olan Goethe her şeye rağmen, burjuva toplumuyla hümanizmin çelişkisinin görece dindirilebileceğine inandı. Bireyin doğal ve özgür gelişiminin tedrici ve aşamalı şekilde burjuva toplumunda uygulanabileceğini düşündü, elbette sanatçıların ve düşünürlerin önderliğinde. Bu romanda da bu ümit dile getirilmektedir. Gelişimleri kadere, tesadüflere bırakılmayan, bir grup insanın hayatın pratiğinde sınanıp çıraklık dönemini geride bıraktıktan sonra bir araya toplanması anlatılır. Bir anlamda Goethe, toplum içinde toplum kurar, eserleriyle hümanizmin ideallerinin gerçekleşmesini amaçlar. Goethe’nin eserindeki seçkin topluluk, ütopya olarak gözükse de karakterler hayatın içinden canlı ve bütün çelişkileriyle çizilmiştir. Bu anlamda burjuva toplumunun tıkadığı noktaları sanatla aşmak için, belli ölçüde pratiğe dönük modeller yaratmak amaçlanır. Goethe yine de Fourier gibi ütopik sosyalistlere ilham vermiş ve hayattayken Saint Simon’un Le Globe dergisini merakla takip etmişti. Goethe, burjuva toplumunun çerçevesinde hümanist modeller yaratırken; ütopik sosyalistler burjuva toplumunun dışında, sosyalist toplumu hayal ederek modeller yaratmışlardır.

ROUSSEAU'DAN GOETHE'YE AKLIN SAVUNUSU

Goethe ve kuşağı “Fırtına ve Atılım” akımının, Aydınlanma’nın yücelttiği aklın tahakkümünden duyguları ve tutkuları kurtardığına dair görüşler yukarıda değinildiği gibi Avrupa’nın hem sağ hem de sol eğilimli kesimleri tarafından paylaşılan ortak yargıdır. Şüphesiz bu yargıların dayanağı olarak ise, “Fırtına ve Atılım”ın düşünsel olarak Rousseau’ya dayandırılmasıdır. Rousseau’nun başta Diderot olmak üzere Ansiklopedistler ile girdiği tartışmaya atıf yapılmaktadır. Ne var ki bu tartışmanın konusu Aydınlanma’nın temeli olan akıl değildir.

Aristotelesçi “insan doğası gereği toplumsal bir varlıktır” görüşünü savunan Ansiklopedistler’e karşı; Rousseau “insanı kendi benzerlerine yönelten ne fiziksel doğası ne de başlangıçta var olan dürtüsüdür. İnsan topluluğa katıldığı anda bu radikal ‘suum esse conservare’den (kendi varlığını korumak) vazgeçmek zorundadır. Bu katılımı doğal bağımsızlığından vazgeçerek gerçekleşir...insan bir daha asla kendini bulamaz; insan kendini dışarıdan ona yöneltilen binlerce istek ve talebin içinde boğulurken bulur.” Rousseau “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine Konuşma”da, topluma savaş ilan edip insanlığın başına gelen tüm kötülüklerden toplumu sorumlu tutarak, tam da bu toplumun düzeltecek anayasa önerilerini “Toplum Sözleşmesi”nde tartışmıştı. Aynı şekilde insanları sakatlayan bu toplumu düzeltmek için de bir eğitim kitabı; “Émile”i kaleme almıştı. Özetle Rousseau’nun tartışma konusu akıl değil Ansiklopedistler’in siyaset felsefesini yeterli bulmamasıdır.

Ayrıca, Kant da “Pratik Aklın Eleştirisi”nde, Rousseau’da duygulara aklın her zaman eşlik ettiğinin altını çizmiştir.

Goethe de “toplum doğal durumumuzu bozup bizi mutsuz etmektedir... eğitimimizde ve toplumsal düzenimizde kendimizi ve çocuklarımızı deliliğe hazırlayacak ne çok şey var” diyerek Rousseau’nun topluma bakışını benimser. Rousseau ve Goethe’nin itiraz ettikleri akıl değil, insanın gelişimini engelleyen akılsızlık ve eşitsizlik üzerine kurulmuş toplumdur. “Wilhelm Meister”daki kule, çıraklık belgesi gibi unsurlar tam da insanın doğal eğilimlerini engelleyen, dışarıdan yöneltilen istek ve taleplere karşı korumaktadır.

Goethe bu eserlerde aklın önemini sürekli vurgular: “İnsan denilen varlığın en çok korktuğu şey akıldır...Akıl rahat vermez bu insanlara, bu nedenle bertaraf etmek isterler”. Kaldı ki Goethe “her şeyin bir ölçüsü ve hedefi olmalı...insan koşulsuz tutkularının sınırlarını belirleyene kadar mutlu olmaz” diyerek aklı, duyguları terbiye edecek rehber olarak görür.

Goethe, romantizme karşı aklın zaferini bu eserde açıkça ortaya koyar. Romanda iki romantik karakter vardır, Mignon ve yaşlı arpçı. “Akıl gaddardır, yürek daha iyidir” diyen Mignon ve “beni lanet takip ediyor” diyerek kaderin sözcülüğünü yapan yaşlı arpçının sonu trajik şekilde biter. Goethe, romandaki eylemden kopuk iki romantik karaktere de ayakta kalma şansı vermez.

Alman Romantiklerinin önde gelen düşünürü Novalis, Goethe’nin romanındaki bu eğilimi görmüş, ona yönelik “temelde ölümcül ve aptal bir kitap... sunumu ne kadar şiirsel olsa da, şiirsellikten alabildiğine uzak... Şiiri tüm kaba güldürünün soytarısıdır... Wilhelm Meister özünde şiiri hedef alan bir Candide’dir” değerlendirmesinde bulunmuştur.

Bugün kendisine ilerici diyen düşünürler Goethe’yi Nietzsche’nin yanına koyarken; gerçek bir romantik olan Novalis ise, Goethe’yi Voltaire ve Diderot ile birlikte, yan yana görmüştür.