Göz göz olan keder
Bir şarkı...Gelip gelip buluyor beni. Rast makamından... Üfleyebilsem, klarnetimin magması olacak sabah sabah...
Selâhattin İnal’ın bir bestesi, Saime Sinan’dan dinliyorum sonunda, kendi sesim içimin avazına yetmiyor:
“Göz göz oldu yüreğim hicran yarasından.”
Ağıtlar dalga dalga, ağıtlar yırtınıyor yüreklerde, göğe ağıyor her bir feryat...
Çağımızın acıları, ayrılıkları bir başka...İnsan sesiyle aydınlanan günün karardığı zamanın yüzlerce insanı yeni ayrılıklara hazırladığı bir gecedeyiz...Evet, o karanlık sürüyor...Hiçbir söz aydınlatmıyor insanların gelecekteki beklentilerini... Bir ânda kara yerin altında, göçükte, hava boğuntusunda sizi nefessiz bırakan bir yerde kapanıyor hayata dönük umudunuz...Önce ve sonrasını anlatan yüzlerce kare geçiyor gözümün önünde; “başkalarının acısı bakmak” diyen bakışa dönüyorum sık sık...Bu da yetmiyor, o söz kirlenmesini aralatan yeni sözler arıyorum.
Ahmet Naim’in 1930’lardaki tanıklığına uzanıyorum. “Kuduz Düğünü”nü okurken aldığım notlara bakıyorum. 1904 doğumlu Naim, Zonguldak’taki madencilerin yaşantısına dönük yazdığı öyküleriyle iz bırakmıştı....O gün bugündür, yeraltı dünyasının, “kara elmas” denilen kömür madeninin serüvenini edebiyatımızda anlatan yapıtları düşününce ilk uğrak yerimiz onun yazdıkları oluyordu...Mehmet Seyda, Ümran Nazif, İrfan Yalçın, Levent Ağralı, Muzaffer Oruçoğlu bu gerçekliği bize taşıyan diğer yazarlardı.
Ahmet Naim’in tüm öykülerini bir araya getiren “Ateşnefes”e (*) beni döndüren Soma’daki trajedi oldu. Uzak olduğumuz bir gerçeğe gerçekliği ancak edebiyatın aracılığıyla ulaşmaz mıyız? Onun aydınlattığı gerçeklikle bakmaz mıyız hayatın oradaki sağanağına?
1930’lu ‘40’lı yıllarda edebiyatımızda böylesi bir aydınlık gerçekçi bakışın yolu açılmıştı. Öyle ki, yerel/bölgesel edebiyatın ilk atılımları da verildi bu yıllarda. Bir yeri, o yerin insanını tanımak, sorunlarını anlamak için kurulan bu edebiyatın etkisi yadsınamaz. Ama ne yazık ki, 1970’lerden sonra önü kesilen bir süreci yaşadı o mecra.
Bugün Soma gerçeğinden söz edince, yazılamayan romanı, öyküsü ister istemez geliyor insanın aklına. Sevinçleri özlemleri, beklentileri sorunlarıyla maden işçilerinin yaşadığı bir kasabanın edebiyata taşınmaması ne acı!
Bugün, yalnızca gazetelere yansıyan fotoğraflar, edilen sözlerden hatırlayıp bilebiliyoruz Soma’da olup bitenleri...Oysa oranın toprakla, madenle öyküsü çok eski...
***
Gözlerimi alamadığım bir fotoğraf duruyor karşımda, göz göz olmuş bir keder içinde o şarkıyı mırıldanıyorum gidenlerin, bir daha dönmeyeceklerin ardından...Bu ne yaman bir ayrılık...Kömürün karasının değdiği her şey bir ânda hatırlanıyor...Ama yaşadıkları yazılamayanların her bir öyküsü şimdi gelip gelip buluyor bizi...Oradaki toplumsal hayat, gündelik yaşamın seyri, işçileşen bir kasabanın gerçeğinden habersiziz...Sendikal hayat bir maden kasabasına neler taşıdı, nelerin kurulmasına yardımcı oldu; orada yetişen genç insanları nasıl bir gelecek karşılıyordu; maden işçilerinin sorunları nelerdi? Ve daha birçok soru gelip buluyor bizi ister istemez. Oysa, edebiyatın içinden oradaki hayatları tanımak, yaşanan gerçeklere ulaşmak bizde yeni bilinç adacıkları oluşturabileceği gibi, sorunların aşılmasında da kayda değer bir birikimi getirip koyacaktı önümüze elbette.
Gelin görün ki, bundan yoksun bir gerçekle yüz yüzeyiz.
Bir maden işçisinin sözlerine kulak veriyorum kendisiyle yapılan bir röportajda: “Bu kaza bir katliamdır; ama özelleştirme gerçeğinin bir sonucudur, madenciliği taşaronlaştırarak buraya vardırdık...”
Soma, Ege, ne yazık ki kendi yerel sorunlarını yansıtacak bir edebiyat birikimini var edemedi. Samim Kocagözler, Necati Cumalılar, Kemal Bilbaşarlar’dan sonra gelişip serpilebilecek yerel bir edebiyat dokusu yeterince oluşamadı...
***
Ayrılıkları bir şarkıyla uğurlamak...
Keder atı olsa, binip gideceğim bu yerlerden, bu diyarlardan... Söz ağır, söz yaralı; öyle ağızlarda bükümleniyor ki; aynı ülkede yaşayıp, aynı dili konuştuğunuzu bile unutturuyor size bu yabanıl dilleniş, öfkeli yalan söyleniş.
Şair her ne kadar kendi kederini söze döküp şunu söylese de:
“Yeni ülkeler bulamayacaksın, başka denizler/ Bulamayacaksın/ Bu kent peşini bırakmayacak./ Aynı sokaklarda dolaşacaksın./ Aynı mahallede yaşlanacaksın;/ aynı evlerde kır düşecek saçlarına./ Bu kenttir gidip gideceğin yer.” (Kavafis/Alova/B.Pirhasan)
Yok, hayır; bu kederle, bu vandallık ortamında daha fazla yaşanmaz burada. Bu örülen yalanlarla karartılan dünyaların üzerinden yeni söylemler geliştirmek dayanılacak gibi değil.
Dönüp dönüp baktığım kederin fotoğraflarını kalbime mühürlüyorum. Bir ayrılık, koparılıp alınma duygularda ancak bu kadar feryat bırakabilir. O yürek yırtınmalarına baktıkça, on iki kişinin acısının sığdığı bir fotoğraf karesi de düşüyor aklıma; Kurmay Albay Murat Özenalp’i uğurlayan yakınlarının ayrılık figanı...
Acı, hayatımızın her alanında yürüyor...Karanlık çağ adım adım ilerliyor, toplumsal çürüme/yozlaşma/çöküntünün görüntüsü olan bir ölüm seremonisini yaşadık...Bu yitiklerimiz bize bunun tanıklığını anlatıyor...
(*) Ateşnefes, Ahmet Naim; Yay. Haz.: Hürriyet Yaşar, 2009, Can Yay., 175 s.;