28 Eylül 2024 Cumartesi
İstanbul 28°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Halkımız AKP’ye değil (bozuk) ‘düzen’e oy veriyor (2)

Özdemir İnce

Özdemir İnce

Eski Yazar

A+ A-

Emekli ekonomi öğretim üyesi Prof. Dr. Cihan Dura’nın gönderdiği, ilk bölümünü dünkü yazımda okuduğunuz metin devam ediyor. Okuyalım:

***

[Yukarda açıkladığım gerçekler göz önüne alınırsa, Türk halkının önemli bir bölümünün, en olumsuz koşullar içinde gırtlağına kadar borca batmış durumda olduğunu söylemek yanlış olmaz. Şimdi denebilir mi ki, bu tablo sadece ekonomik bir olaydır? Elbette hayır! Ağır borçluluğun çok önemli bir siyasal sonucu vardır. Bazı yazarlar AKP’nin 2007 seçiminde %47 gibi büyük bir oy oranına ulaşmasını, bu faktörle açıklamıştı. Söz konusu yazarlardan biri de iktisatçı Selim Somçağ’dır. Analizi özetle şöyledir:

22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde AKP nasıl olup da oylarını artırdı?

Türkiye artık bir borçlular ülkesidir. Peki, bu ağır borçluluğun seçim sonucuyla ilgisi ne? Gayet açık: Gırtlağına kadar borca giren vatandaş, eğer döviz kurları veya faizler yükselirse, bankaya olan borcunun kendisini yutacak bir girdaba dönüşeceğini çok iyi biliyor. Eskiden vatandaş döviz fırlayınca benzinin, mazotun zamlanmasından korkardı; şimdi ise döviz krizi bir ölüm kalım sorunu haline geldi. Şubat 2001’deki gibi bir kriz patlarsa evini, arabasını, tarlasını kaybedeceğini, bütün hayatının altüst olacağını iyi biliyor. İnsanın ihtiyaçları hiyerarşiktir ve ilk kaygısı da hayatta kalmak, malını, mülkünü, işini, düzenini muhafaza etmektir. Seçim sonucunu işte bu ilk kaygı belirlemiştir.

Bir önemli husus da şudur: Halk aslında içinde bulunduğu durumdan memnun değildir, 2000 yılı öncesinin özlemini duymaktadır. Geliriyle geçinmek varken, kim borç yükü altına girmek ister? Geliri düştüğü için borçlanmak zorunda kalan vatandaş hayatıyla kumar oynadığının, bıçak sırtında yaşadığının farkındadır. Ancak mevcut düzenin aleyhinde oy kullanması için karşısına güvenilir bir siyasal seçenek çıkması gerekiyordu ki o seçenek çıkmamıştır.

***

Sayın Somçağ’ın analizi ve savunduğu görüş elbette 12 Haziran 2011 seçimleri için de geçerliydi, son 30 Mart 2014 yerel seçimleri için de geçerlidir. Büyük olasılıkla ilk genel seçimlerde de durum fazla değişmeyecektir. Nitekim A&G Araştırma Şirketi’nin sahibi Adil Gür de 30 Mart seçimleri öncesinde Cumhuriyet’e yaptığı değerlendirmede şöyle konuşmuş: “AKP’ye oy verenlerin yüzde 80’i hayatından memnun olduğu için oy veriyor. Bugün Türkiye’de halkın yüzde 80’inin borcu var. Ne borcu var? Ev borcu, araba borcu, kredi borcu, kredi kartı borcu var. Şimdi böyle bir ortamda seçmen huzuru bozulsun ister mi?”

Kanı’mca halkımız epeydir şöyle bir muhakeme yapıyor ki aslında bir dedüktif yanılmadır: Madem zorunlu ihtiyaçlarımı borçlanarak da olsa karşılayabiliyorum ve mademki iktidarda AKP var, öyleyse bu imkânı bana sağlayan AKP’dir. Aman, iktidardan gitmesin ki düzen bozulmasın, şu anki rahatım bozulmasın. Öyleyse, ona oy vermeye devam edeyim, ona oy vereyim.

İşte, ufak da olsa bu muhakemenin somut bir kanıtı:

12 Haziran 2011 seçimleri sonrası... Basında bir haber: HEPAR Genel Başkanı Osman Pamukoğlu, oyu yüzde 0,3’te kalan partisini kapatma kararı verdi.

Bu habere bir seçmenin yaptığı yoruma bakın:

- Paşam, aslında ben de HEPAR’lıydım ama mecburen AKP’ye oy verdim. Çünkü ekonomik istikrar meselesi... Hepimizin bankaya borcu var, mecburuz, düzen bozulmasın diye... Neyse, emeğine sağlık...]

***

“Sadaka Ekonomisi” deyimini ben icat ettim. Daha sonra dolaşıma çıktı, dolayıma girdi. Doğru ve anlamlı bir deyim. Dinsiz dincilerin, İslamsız İslamcıların, kutsal değer tüccarlarının ve karşısındaki açgözlü kitlelerin gündelik ahlakını pek güzel özetliyor. Hükümet, Anayasa’nın 2. maddesi gereği olarak, devlet hazinesinden muhtaca para ve paket dağıtıyor. Ama, Anayasa’nın buyurduğu bir görevmiş gibi değil, AKP’nin özel kasasından, Başbakan’ın cebinden veriyormuş gibi bir hava yaratıyor. Devletin yardımı AKP’nin, Başbakan’ın sadakasına dönüşüyor. Böylece AKP, hem Tanrı’yı hem de halkı kazıklıyor ama ne gam...

AKP’nin model aldığı Müslüman Kardeşler yöntemine uygun bir iş. Karşıdaki kitle de Pavlov’un köpeği gibi terbiye edilmiş.

***

“Sadaka Ekonomisi Ahlak Bozar” (Hürriyet, 15.12.2008) başlıklı yazımda şöyle bir yer var: “Belki inanmayacaksınız ama ‘Sadaka ekonomisi’ deyişinin patenti ekonomistlere değil bana ait. Gerçi basında ‘mal sahibi mülk sahibi hani bunun ilk sahibi’ hesabı yapılmıyor, referans ve göndermeler pek dikkate alınmıyor ama, izin verirseniz, gazete yazıcılığı hayatımda bir kez biraz kasılayım.”

Bu türden iddialar atletizm rekorlarında olduğu gibi kırılıncaya kadar geçerlidir. Ama bu yazıdan önce dört yazı daha var:

- Sadaka ve Avanta Ekonomisi (Hürriyet, 27.2.2007),

- AKP’nin Müslüman Kardeşler Demokrasisi (Hürriyet, 13.7.2007),

- Bakkal Biliyor, Sosyoloğ Maval Okuyor (Hürriyet, 11.1.2008),

- Varoluşçu Fethullah Gülen (9.3.2008)

Adını verdiğim yazılar, AKP’ye seçim kazandıran kara büyüyü açıklar. Bu kara büyünün etkisinin azalmaya başladığının olumlu bir göstergesi de var: Artık kara büyüye pek güvenmeyen AKP 30 Mart seçimlerinde hile ve oy hırsızlığına hız vermek zorunda kaldı.

***

8 Nisan tarihli, “Zırvanın Zırvasının Zırvasının Zırvası” başlıklı yazımın son bölümünü anımsayalım:

“Jean-Paul Sartre, 1948 yılında, ‘Bir işçinin kendini bir burjuva olarak hissetmesine olanak yoktur, bu özgürlüğe sahip değildir’ demişti. Marksist düşünürler de toplumun nesnel koşullarının insanları bilinçlendirdiğini, bilinçlerini biçimlendirdiğini söylerler.

Kim haklı? Jean-Paul Sartre ve Marksist düşünürler mi? Yoksa bunların sözünü ettiği kitle çağımızın insanı değil mi?

Özdemir İnce der ki: “Kendi varlığının bilincine erişmemiş bireye, topluluğa, topluma ne aydınlar, ne de sol partiler yardım edebilir; bunlara hiç kimse öncülük edemez.”

***

Prof. Dr. Cihan Dura, küçük burjuvanın, memur, işçi ve çiftçinin borçları altında nasıl deformasyona uğradığını, nasıl “lümpenleştiği”ni anlatıyor. Benim “Kendi varlığının bilincine erişmemiş bireye, topluluğa, topluma ne aydınlar, ne de sol partiler yardım edebilir; bunlara hiç kimse öncülük edemez” dediğim durum da bu.

İster “cehenneme hoş geldiniz”, ister “cehenneme güle güle!” densin, iki cümlede de cehennem var!