Hangarlarda bekletilen aydınlar
Bir ordu, topsuz tüfeksiz cephanesiz de savaşabilir. Yeter ki moraliniz, iradeniz güçlü olsun. Tarih bu tür orduların kazandığı zaferlerle doludur ama yayılmakta olan büyük yangınları tükürükle değil ancak suyla söndürebilirsiniz.
Türkiye’ye ait yangınla mücadelede uçağından geçtim, havzalardan su taşıması için helikoptere takılacak sepetin bile olmadığını, bizzat İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun canlı yayındaki açıklamasından öğrendiğimde kulaklarıma inanamadım. “Bambi” deniyormuş bu sepetlere ve öyle kolay kolay da bulunmuyormuş.
Bu işlerin klavye başında ahkâm kesmek kadar kolay olmadığı açık… Ama açıklanamaz şeyler de söz konusu. Türkiye’de yangın söndürme uçağının neden olmadığı, su taşımak için gerekli donanımın hazır biçimde neden bekletilmediği gibi sorular sormamız bile şu an için akıl alır gibi değil. Yangın söndürme tüpü olmayan işyerine ruhsat verilmiyor, kum kovaları ve kazma kürekler her okulun başköşesinde zorunlu olarak yer alıyor ama ülkemizin uçağı yok, sepeti yok(muş)…
İKTİDARIN SORUMLULUKLARI
Sözde muhalif gazeteci kameranın karşısına geçip “Büyük bir yangın halledecek her şeyi” demişken, Fetöcüler ellerini ovuşturur zil takıp oynarken, zaten “Bir çakmağınız da mı yok?” diye sormuş ve defalarca orman yakmış olan PKK adeta yangın dansı yaparak sorumluluğu üstlenmişken, bu tür zafiyetlerin, ihmallerin hiçbir açıklaması ve bahanesi olamaz.
Devletseniz, iktidardaysanız, dört yanınız her anlamda ateş çemberi haline getirilmişse, yıllardır emperyalizmin hedefindeyseniz, istihbaratınız da takım taklavatınız da eksiksiz olmalı, her şeye hazırlıklı bulunmalısınız. Aklınızı, enerjinizi, paranızı, zamanınızı örneğin İstanbul Kanalı için değil, depreme, orman yangına, sele karşı önlem için harcamak zorundasınız.
Yangın yerine gidip vatandaşa çay paketi fırlatmak, böylesi bir şuursuzluk içinse ne demeli inanın bilemiyorum. Bir cumhurbaşkanı böyle bir şeyi nasıl yapar, danışmanları vb. gıklarını bile neden çıkaramaz, “efendim yapmayın etmeyin” diyemez… Belki yıllar sonra biri anılarında yazar da öğreniriz.
YANGINA BENZİNE GİDENLER
Yangın çıktı bir kere… Yetkililer, görevliler, gönüllüler, evleri, bağları bahçeleri, hayvanları yananlar ve tehdit altında olanlar, canlarını dişlerine takmış biçimde yangınla mücadele ederken, ateş düştüğü yeri yakarken, masa başında ıvır zıvır şeyler yazıp çizmenin yangının üzerine benzinle gitmekten hiç farkı olmadığını da gördük son bir haftada.
Yangını da gördük, tükürürcesine çay paketi fırlatanları da, sosyal medyada yangına benzin dökenleri de, ormanlarımızın yanmasından açık ya da gizli sevinç duyanları, Kızılay gönüllüsü olarak yangın bölgesine gidenlerin kılığını kıyafetini beğenmeyenleri, moral bozanları, alay edenleri, “bilerek yakıyorlar, otel dikecekler yerine” diyenleri de…
Türk Hava Kurumu’nun uçakları hangarlarda bekletilerek çürütülmüş, ona tamam. Bunu, II. Abdülhamit’in donanmayı Haliç’te bekleterek çürütmesine benzetebiliriz, ona da tamam…
Benim merak ettiğim nokta, kimi aydınlarımızın hangi hangarlarda bekletilerek çürütüldüğü…
Şu “help” meselesi örneğin… Türkiye 15 Temmuz’da ateş altındayken, Meclis bombalanırken, Ankara’nın İstanbul’un caddeleri yangın yeriyken, şu “help”çilerin birinin bile aklından uluslararası yardım istemek geçti mi acaba? Hiç sanmıyorum, çoğunun yangının daha da büyümesini beklediğini biliyorum.
KÜRESEL BAHANELER
Kısa süre öncesine kadar Aydınlık yazarı ve Vatan Partisi üyesi olan bir arkadaşım aradı iki gün önce… “Türkiyeli bir aydın olarak kimse beni PKK’nın orman yaktığına inandıramaz, karıncayı bile incitmez onlar. Ateşin Çocukları da bir barbekü organizasyonudur” dediğim twitter mesajıma çok takılmış. “Küresel iklim değişikliği de PKK işi mi? Yunanistan, İtalya, Fransa yangınlarını da PKK mı yapıyor? Elinizde hiçbir veri yokken PKK’yı nasıl suçluyorsunuz?” diye sordu telefonda.
“Sen Ergenekon kumpas davasından Silivri’de yatarken ABD’yi, CIA’yı, Fetö’yü elindeki hangi verilerle suçladıysan ben de benzer verilerden yola çıktım” dedim. Açıkçası bu yazıya ve “Hangarlarda bekletilen aydınlar” başlığına da o konuşmadan sonra karar verdim.
Kısa süre önce kaybettiğimiz sevgili amcam Hayati Hafızoğlu, yıllarca Denizli ve Honaz, Kale, Tavas, Çameli gibi ilçelerinde orman bölge şefi olarak çalıştı. Çocukluk yıllarımızda, yaz tatillerinde bizi de götürürdü o yemyeşil ormanlık dağlara. Ormanları, orman işçilerini, dağ köylülerini, ağaçları biraz olsun tanıyorsam, onun sayesindedir. Örneğin “karşı yangın” gibi bir yöntemi amcamdan duymuştum. Pek çok olay ve hikâye de anlatırdı, fakat büyük orman yangınlarına dair bir şey anlattığını hatırlamıyorum. Belki 1960’lı 70’li yıllarda ormanlarımız daha az yanıyordu ya da anlatacak, hikâye edecek büyük boyutlu olaylar olmuyor, yangınlar kısa sürede söndürülüyordu.
Bildiğim, ormanlarımız son yıllarda daha çok yanıyor, yakılıyor ve bir yandan yangınlarla canla başla mücadele edilirken bir yandan da ihmallerin, kundakçıların, yangına benzinle gidenlerin sayısı artıyor.