Hangi modernleşme (1)
Modernleşme tartışmalarının sadece bizde değil, bütün batı-dışı toplumlarda travmatik bir yönü vardır. Böyle olması da doğaldır çünkü geniş bir açıdan bakıldığında M.S. 19. yüzyılda batı Avrupa’da başlayan değişme, Batılı toplumlara özgü olmayan ve insan toplumlarının tarihsel evrimi bakımından kalıcı sonuçlar doğuran bir kırılmaya tekabül eder. İnsanlığın göçebe-çoban topluluklardan yerleşik tarım toplumlarına yani devletli-uygar toplumlara geçişi Mezopotamya’da başlamış, bin yıla yayılan dalgalar halinde bütün dünyayı değiştirmişti. Değişim, insan toplumunun örgütlenme yapısında öylesine bir ilerleme ve üstünlüğe tekabül ediyordu ki, artık “Mezopotamyalılaşmayı” reddeden bir göçebe toplulukla, devletli-uygar bir tarım toplumunun karşı karşıya gelmesi halinde göçebe toplum lehine hiçbir üstünlük kalmıyordu. Kelimeyi tırnak içinde yazdım çünkü bugün hiç kimse bir tarım toplumuna bakıp onun “Mezopotamyalılaşmış” olduğunu düşünmez. Çünkü mesele, değişmenin başladığı yöne bakıp, oradaki öncü toplumlarda ne varsa almak değil, toplumu uygarlığın ulaşmış olduğu aşamanın kurumlarına doğru değiştirmektir. Kurumsal değişmenin içine ekonomi, siyaset ve diğer toplumsal kurumlar kadar, dünya görüşleri, ideolojiler, insan yetiştirme düzeni ve zihniyetler de girer.
Şöyle de söyleyebiliriz: Tarım toplumu aşamasına yükselmiş bir toplum ile göçebe topluluk karşı karşıya geldiğinde, ister askeri ister sosyo-kültürel ister ekonomik düzlemlerde olsun, göçebe toplumu bekleyen tek kader asimile olmaktı. Bilge Kağan’ın Çin’e karşı kazandıkları askeri zaferlere rağmen Türk boylarını Çin’e gitmemeleri için uyarmasının nedeni buydu. Geri olanın daha ileri üretim biçimini temsil eden bir toplum karşısında bütün askeri yeteneğine rağmen asimile olmasını hiçbir şey engelleyemez. Ya da Dadaloğlu, tarıma geçmeleri yönünde iskân zorlaması yapan Osmanlı padişahına karşı “dağlar bizimdir” dese de gerçekte tarih önünde kaçabileceği fazla yer yoktu. Yerleşik ve uygar Osmanlı’ya karşı göçebe topluma geri dönüş diye bir programa hayat şansı olamazdı. Yenilmek ve iskân olmak Dadaloğlu’nun kaderiydi.
Modernleşme meselesi, üretim biçimlerinin değişimi ve kapitalist ticaret-sanayi uygarlığının doğuşu ekseninden kopartıldığında, kültürel zeminde tartışılmaya başlanır. Bu nedenle bütün Batılılaşma-modernleşme tartışmalarında safları ayıran en önemli ölçütlerden biri, bu toplumsal kırılmanın batıya özgü olup olmadığı meselesidir. Üstelik hem batıda hem de batı-dışı toplumlarda her iki yaklaşımın da taraftarları olması, -hatta Batılı hakim sınıfların bu konuyu özellikle böyle sunması- meseleyi iyice karmaşık hale getirmiştir.
Örneğin sömürgeciler, ırkçılar, oryantalistler, Avrupamerkezciler vb. başlığı altında toplanabilecek geniş bir Batılı literatür (ve pratik) batıda meydana gelen değişmelerin batıya özgü üstünlüklerle ilişkili olduğunu söylemiş ve dünyanın geri kalanına aşağılık kompleksi ihraç etmişlerdir. Kimisi bu üstünlüğü ırkta ya da din faktöründe görürken, daha yakın zamanlarda Weber gibi bir sosyolog dahi rasyonalizmin sadece batıda en olgun biçimine ulaşmış olduğunu söyleyerek bir kültürel ayrıcalık teorisi yapmıştı.
Batı-dışı dünyada, Batının üstünlüğünü Batılılara özgü hasletlerle açıklayan yaklaşımlara çeşitli tepkiler verildi. Bizim toplumumuzda bunların iki tanesi birbirinin zıddı gibi görünmekle birlikte aslında aynı ölçüde sağlıksızdı: Batıcılık ve İslamcılık! Her iki akım da kendi toplumlarını kalkındırmakta, batı ile aralarındaki makası kapatmaya dönük kalıcı ve yapısal adımlar atmakta başarısız oldular.
Batıcılık, kendinden utanan ve Batılılaşmaya çalışan taklitçinin tepkisiydi. Kendi pratiğimizden örnekleyecek olursak, Recaizade’nin “Araba Sevdası”ndaki Bihruz Bey bizdeki bu Tanzimatçı alafranga tipi temsil eder. Günümüzde Avrupa Birliği’nden demokrasi bekleyen, Batılı kaynaklardan teyit etmediği müddetçe hiçbir şeye inanmayan “Batıcı-liberal” tipler bu gelenektendir.
İkinci tepki biçimi olan İslamcılığın Batı ve modernleşme meselesini ele alışındaki açmazları, bir sonraki yazımda tartışacağım.