Hangi modernleşme (3): Sömürgecilikten postmodernizme
Modernleşme ile Batıcılığın aynı anlama gelmesi, arkada kalan dönemin sorunlarından biriydi. Muasır medeniyet seviyesini Avrupa’nın batısındaki ülkelerin temsil etmesi ve burada başlayan sanayi toplumuna geçişin tarım toplumları açısından zorunlu bir dönüşüm anlamına gelmesi, modernleşme ile Batılılaşmayı özdeşleştirdi. Şimdilerde ise bir geçiş sürecini yaşıyoruz. Birkaç on yıl içinde muasır medeniyet seviyesinin zirvesinin Asya-Pasifik coğrafyasına kayması tamamlanmış olacak. Önümüzdeki süreçte, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş sancılarının adı “Doğululaşma” kavramı ile ifade edilecek. O zaman bakalım bizdeki İslamcı ve muhafazakâr kesimler, doğunun ilim ve tekniğini alıp kültürünü dışarıda bırakma tartışması yaparak ilk düğmeyi yanlış iliklemeyi sürdürecekler mi?
Geçen haftaki yazımda modernliğin sadece maddi ürünlerdeki gelişmeye indirgenemeyeceğini belirtmiştim. Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş, maddi koşulların değişmesiyle başladı ama burada kalmayarak üstyapı kurumlarını da değiştirdi. Modern dünyayı kuran demokratik devrimler insanın dünyayı bilim ve araştırma yoluyla, aklın rehberliğinde bilebileceğine, değişmenin kanunlarını keşfedebileceğine, dolayısıyla kendi kaderine hükmedebileceğine duyduğu güveni yaygınlaştırdılar. Fakat batı coğrafyası dışındaki tarım toplumları, maalesef, sanayi toplumu değer sistemiyle sömürgecilik ve ardından emperyalizm eşliğinde tanıştılar. Batılılar, sömürgeleştirdikleri bölgelerin halklarını insanlık kategorisinin dışına sürüyorlardı. Onlara “medeniyet” götürdükleri iddiasına, bizatihi sömürge halklarına inandırmayı başardılar. Böylece Batılıların dayattığı anlamda “medeni olmak”, Hıristiyanlaşmakla, dilini, geleneklerini ve kimliğini değiştirmekle aynı anlama getirildi. Yarı-sömürgeleşme baskısı yaşayan bizimki gibi ülkelerde bu durum, İslamcılar ve muhafazakârların, akla güven, bilimin rehberliği, laiklik, yurttaşlık, özgürlük, genişlemiş siyasal katılma gibi sanayi toplumuna ait üstyapı öğelerini de “Batı'ya özgü” yerel değerler gibi algılamalarına neden oldu.
1917 Devrimi’nin ardından Bolşeviklerin mazlum milletlere verdiği moral destek, ardından 1920 Türk Devrimi’nin açtığı yol, emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşları çağının açılmasını sağladı. Batılı egemen sınıflar, İkinci Dünya savaşının ardından eski sömürge düzenini daha fazla sürdüremeyeceklerini görüyorlardı. Bağımsızlıklarını kabul etmek zorunda kaldıkları ülkelerdeki ekonomik yapıyı kendi sistemlerine eklemlemişlerdi. Fakat ideolojik nüfuzlarını da sürdürmenin arayışı içindeydiler. Bu nüfuzun sürmesine katkı yapan en önemli kuramsal etken, modernleşme teorileri oldu. Buna göre, her bağımsız ülkenin Batılı gelişmiş ülkeler gibi olma hakkı vardı. Bunun yolu ise Batı hangi yolu izleyerek bugünlere gelmişse, o yolu izlemekti. Batılı ülkelerin kalkınma sırrı, serbest piyasada, burjuvazinin girişimciliğinde, kentleşmede, iç tüketimin geliştirilmesinde vb. idi. İşte şimdi Batılı ülkeler, merkezinde kendilerinin olduğu bir sistem dahilinde, modernleşmek isteyen ülkelere rehberlik ederek onların da kalkınmasına çalışacaklardı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan 1970’lerin sonlarına kadar süren bu yol, sosyalizmin kapitalizme dünya ölçeğinde meydan okuduğu koşulların özgül ürünüydü. 1973 petrol krizi uluslararası ticarete büyük darbe vurunca, ulusal kalkınmacılığın da sonu geldi. Batılı merkez ülkeler, düne kadar kalkınmalarına rehberlik ettiklerini söyledikleri ülkelerden şimdi milli ekonomilerini özelleştirmelerle tasfiye etmelerini istemeye başlamışlardı. Liberal tezlerin ekonomide yeniden yürürlüğe konulduğu bu yeni dönemin ideolojisi, insanın kendi geleceğini kontrol altına alabileceği, daha iyi bir dünya tasarlayıp hayata geçirmek için eylemenin yararsız, hatta zararlı olduğunu vazeden postmodern teori oldu.
Batının merkez ülkeleri, dünyaya önce sömürgecilik, ardından emperyalizm ve nihayet modernleşme teorileri üzerinden dayattıkları “Batılılaşma” programından dolayı diğer ülkelerden özür dilemeye başladılar. Çünkü aslında her toplum ve kültür biricikti. Kendi içinde değerliydi. Kendisi olarak kalması, Batı gibi olmaya çalışmaması onun en büyük zenginliğiydi. Aklın rehberliği, bilim, bireysel özerklik, laiklik vb. gibi değerler, Batı'ya özgü olmakla kalmıyorlardı aynı zamanda yanlıştılar. Bilimin diğer bilgi türlerine hiçbir önceliği yoktu. Gelecek bilinemezdi, hesaplanamazdı. Dünyayı değiştirmeye, insanı kendi kaderinin öznesi yapmaya yönelik her türlü girişim felaketle sonuçlanmıştı.
Türkiye’de 1980’ler ve 90’larda postmodern teorinin üzerine atlayanlar, ilk çevirileri yaparak bu teoriyi yayanlar İslamcılar oldu. Modernleşmeyi okumaktaki hatalarından dolayı, emperyalizmin özeleştiri yapıyormuş gibi yapıp, atalet ve bağımlılık yolunu döşediği postmodernizm tuzağına önce onlar düştüler.