24 Kasım 2024 Pazar
İstanbul
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Hasan Ali Toptaş’ın ‘Heba’daki tanıklığı

Feridun Andaç

Feridun Andaç

Eski Yazar

A+ A-

“Heba”, bir bakıma sıkışıp kalmışlığı anlatır. Bir salgının (tıpkı “Veba” gibi) “ceza”ya dönüşmesinin ustalıkla anlatımıdır da diyebiliriz Hasan Ali Toptaş’ın bu romanına.
İnsan, her şeyi olduğu/her şeyde olduğu gibi; acıyı da inşa eder. Ve bunun kendini var etmesine zemin hazırlar.
Yaşamdaki karşılaşmalar/gitmeler/gelmelerde bunları sık sık buluruz.
“İnsan” yeryüzünün acısıdır, kederidir sevinci/mutluluğu/mutsuzluğu olduğu kadar...
Peki, neden böyleyiz? Bu kötülükler neden?
İşte roman/romancı hep bu sorunun yanıtını arar, sorar, sorgular.
Roman/cı, işte bu nedenledir ki; dünyanın gidişatına başkaldırır.
Hasan Ali Toptaş, romanlarında işte bu sorgunun/sorunsalın ardındadır.
Modern dünyanın sarmaladığı/sunduğu “iyi”(likler) “yıkım”(lar)ı da içinde taşır.
İnsan benliğinde, varoluşunda yer eden iyi-kötü ikilemi bunlarla yaşarken/karşılaşırken başkalaşıma uğrar.
Romancı bunu, bu trajediyi/dramı görerek yazmaya soyunur.
Umberto Eco’nun deyişiyle; “roman, kaybedenleri anlatır”. Romancının asıl “mesele”si de buradan başlar.
Sorusu/sorgusu ol(a)mayan roman/cı ne anlatır, hangi “mesele”yi gündeme taşıyabilir ki?!
Romanda İÇERİK/KONU dediğimiz de işte bununla sarmalanan bakışta anlam bulur.
Romancı DİL’ini/SÖYLEM’ini bunun üzerine kurar. Ve gösterecekleri de burada anlam kazanır.
Bu yanıyla da Toptaş; hem bir “mesele” anlatıcısı hem de DİL/SÖYLEM kurucusudur. Özeldir, özgündür anlatısı bu yüzden.
Dildeki/dilindeki anlam insanın/bireyin varoluşsal sorunlarını açımlamada bir kilittir. Oraya taşınıp, o benlikte saklı duran her şey anlatıcının söz anahtarıyla açılmayı, anlatılmayı bekler.
Toptaş, bir anlatıcı olarak bilir ki, insan acısıyla vardır, yok edilemezdir o. İçindeki iyilik/kötülük ağacı budandıkça benliğindeki farklılıklar da biçimden biçime dönüşür.
Onun Kafka ile akrabalığı bundandır; Dostoyevski’ye uzaklığı da gene bu nedenledir.
Bir anlatıcı olarak “mesele”sini “sorun” eden değil; bunu anlatandır. Nasıl/neden/niçin olduğunu gösterendir.
“Heba” romanı bu anlamda hem dün’ün, hem bugün’ün, hem de yarın’ın romanıdır.
Toptaş insan zeminini anlatır; tıpkı toprak gibi; su gibi, hava gibi, ateş gibi.
Onu var eden ne varsa; işte insanda insanı göstermeye de bu nedenle gider.
Evet, Toptaş giden bir anlatıcıdır. İnsana gider; insanın acısına, sevgisine, aidiyetine, bağlanışına, tükenişine, sanrısına...
Onun “kahramanı” bekleyendir, gündelik hayatın gailesi içinde hep kaybeden, heba olandır.
Geleneksel boğar, tüketir... Alışkanlığa dönüşen her yaşantı boğucudur.
O, bunu bilir, görür, anlar, sezer ve anlatır.
Toptaş, bir “durum”cu değildir. “Cilalı söz”dense, anlamlı sözün ardındadır. Bu nedenledir ki; hep iç’i anlatır. Dış’tan yansıyanların hırpaladığı, yıkmaya çalıştığı iç’in sızısını yansıtır. İdealize etmez, bilgi boğuntusuna, söz gevezeliğine de kapılmaz.
Dilindeki senfoni bu nedenle saydamdır, akıcıdır, anlaşılırdır.
Anlatısını bir “merkez”e yerleştirir. Bunu da öre öre yapar.
Kıyıdadır hep anlatıcı olarak
Ürkek, yalnız bir dilin söylencesine kaptırmaz kendini. Sözcüklerle görerek yazar. İçses’ini sözcüklerin/in tınısını aça aça bulur.
Anlatı/cı bilgisindeki yoğunluk da işte buradan gelir.
Kurmacasının biçimi/anlamı bu tözle var olur.
Toptaş, “kahraman” ını yalnızlaştırarak anlatmaz. Onu varoluşunu biçimleyenlerle anlatısının sahnesine çıkarır. Evet; sessizdir, umarsızdır, hatta yitik ve kaybedendir.
Onu örtenleri, kanatanları, yaralayanları göstererek; bir ömrün nasıl “heba” olduğunu anlatmaktadır.
Evet, o, hep bir YERDE (durarak/konumlanarak), BİRİNE anlatır “HİKÂYE”sini.
İyi bir hikâye anlatıcısıdır o. Yaşamdan kesitler getirir. Bilir ki; insan geçmişiyle vardır, onun sürüklenişinde o geçmiş hep belirleyicidir.
Anlatıda karşımıza çıkan ZİYA (ziyan olandır), var olmak derdindedir. Sessiz hep, içtedir de.
“Kul”dur, 1958 doğumludur. Bir ege kasabası onun ruhunu biçimlemiştir. O çocukluk hali/tavrı her şeyin belirleyicisidir aslında.
Kaybedendir...
Eşini bombalı saldırıda kaybeder.
Tam 16 yıl sonra askerlik arkadaşının (Kenan) köyüne yerleşir. Doğala sığınır. Aradığı huzuru bulamaz bir türlü. Ve hayattan çekilir gider, hiç minnet etmeden üstelik!
Biriktirerek, taşıyarak nasıl yaşadığımızın anlatısıdır aynı zamanda “Heba”. Ve elbette derin bir hayal kırıklığının, çözülmenin...
***
“Heba”, bir bakışın/duyuşun romanı. Orada, insan gerçekliğine uzanan yolculuğun başlama noktalarına döner Toptaş. Çocukluktan taşıdıklarımıza; ruhumuzu/duyuşumuzu, karakterimizi belirleyenlere dönük bir bakıştır onunkisi.
Kuşkusuz bize yalnızca yaşam bilgisi aktarmaz. Romancının bakışı/duyumundaki kanıtlayıcılık, ele aldığı konunun içerlek anlamını da aktarır bize.
Yapıtın doğasına sinen BAKIŞ/İZLEKSEL ÇEŞİTLİLİK/DİL DUYUMU-KURMA/SÖYLEM GELİŞTİRME yordamı kendine özgülüğün birer nişanesi olarak öne çıkar romanda.

Yazarın Önceki Yazıları Tüm Yazıları