Hayvanları öldüren Batı kafası!
Her şey Prometheus’un ateşi tanrılardan alıp insanlara vermesiyle başladı. Dünya’daki diğer türlerden farklı olduğunu kalın korteksi sayesinde anladı. Düşünebiliyordu. Birtakım keşifler, icatlarla hayatta kaldı, dünyaya sımsıkı tutundu. Yaşam mücadelesinde karşısına çıkan sorunlara çoğunlukla keşifler ya da icatlarla çözüm üretti. Ateşten buharlı gemiye, oradan fabrikaya, telefondan bilgisayara kadar uzanan bu sürece bugün bir de yapay zekâ eklendi. Neredeyse insan için var oluşun tek anahtarı sadece “teknoloji!”
Dünya, yirmi birinci yüzyılda bambaşka bir yere evriliyor. Bugün, insan ile teknoloji arasındaki sınırların nerede başlayıp nerede bittiği kestirilemiyor. Sansasyonel bir korku ya da distopik bir yaklaşım gibi gelse de “İnsanın sonu mu geliyor?” düşüncesi, hepimizin kafasının bir yerinde öylece dururken bir yandan da “dünyanın hakimiyim” duygusu ağır basıyor.
Bir zamanlar, dijital kültüre hapsolmuş Neo Matrix filminde yarattığı bağın içinde, var oluşunu konumlandırmaya çalışıyordu. Şimdilerde bu arayış bitti, kendini dünyanın merkezinde gören insan, bu gücün sarhoşluğuyla kendinden geçmiş oradan oraya saldırıyor.
Her Şey Orta Çağ’da Başladı
Avrupa’da on beş, on altıncı yüzyıllarda kilisenin kuralları her şeyin üzerindeydi. İnsana dair her şey, dini kurumlarla belirleniyordu. Bu yapının yozlaşmasının anlaşılmasıyla din, insan üzerindeki etkisini yitirmeye başladı. Rönesans, Reform hareketleriyle yenilikçi bir algının kapıları açıldı. Elbette bu hareketlerin insanlığın gelişimi için etkileri yok sayılamaz ama başka bir açıdan değerlendirildiğinde de önümüze bambaşka bir tablo çıkmaktadır.
Avrupa’nın bu yüzyıllardaki yeni dünyasında insan, kilisenin anlattığı gibi doğuştan günahkâr değildi. Kendisine verilen akılla doğru yolu bulabilirdi. Descartes’ın aklı; doğayı, bir makine gibi çalışan bir düzen olarak betimledi. Bu dünya algısına Newton’un formüle ettiği mutlak yasalar eklendi. Zihin bedenden ayrıldı. Birçok kavram, özünden uzaklaştı. Özellikle doğa; her koşulda gözlemlenebilir, gerektiğinde de insana hizmet edebilmesi için kıskıvrak yakalanıp dizginlenmesi gereken bir araç haline geldi.
İnsan, kendi dünyasını oluşturabilecek güce sahip olduğunu anladığında ise “insanı merkeze alan” hümanizma doğdu. Bu düşüncenin temsili Leonardo da Vinci’nin “Vitruvius adamı”dır. O, mükemmel bir insan figürüdür. İnsanın dışında kalan bitkilerin, hayvanların; dünyadaki diğer tüm temsiliyetlerin bu figürde yeri yoktur. Vücudunun uzuvları açıktır ama diğer canlılara uzanmaz. Onların o meşhur eşitlik, özgürlük, adaletlerinden kendilerinin dışındaki hiçbir varlık nasibini almaz.
Böylece Her Türlü Sömürünün Önü Açılmış Oldu
Avrupa’nın fethettikleri alanlar onlara göre boştu. Oysaki bu topraklarda yaşayan insanları bulunması bir yana, keşfettikleri coğrafyalarda hayvanlar, bitkiler; doğal kaynak olarak görülen her türlü organik, inorganik yapı bulunmaktaydı.
Bu topraklarda insanı köleleştiren düşünce, diğer türleri de kendine göre asimile etti. Çağlar boyu kendi çıkarına göre kılıktan kılığa giren bu mükemmel(!) insan, kendi dışındaki tüm varlıkların, kıtaların, ülkelerin, ırkların ezilmesine; baskı, şiddete maruz bırakılmalarına olanak sağladığı veya kapı araladığı için temelden sorunludur.
Topyekûn dünya, hâlâ bu insan türüyle uğraşmaktadır. Bu zihniyetin pop starı Elon Musk, dünyayı benden sonraki insanlara daha güzel nasıl bırakabilirim diye düşünmüyor, dünya yaşanmaz hale gelirse, yaşamı sürdürebilmenin yolunu başka bir gezegende aramaktadır. Sıradan hatta köle insan da ona bakarak “İşte ben, dünyanın merkezindeki ben! Bakın, neler yapabiliyorum?” diyerek kendisini dev aynasında görmektedir.
İşte, aylardır gündemimizden düşmeyen hayvan yasası, hayvan hakları, kediler, köpekler… konularındaki biyolojik tür ayrımcılığına dayalı, doğadaki diğer varlıkların yaşam ya da var oluş haklarının ihlâline neden olan söylem, bu “liberal” hümanist yaklaşımdır. Yıllardır kendi dışındaki bitki, hayvan ya da diğer varlıkları sömüren kafa, onları öldürmenin hatta sistematik, kurumsallaşarak yok etmenin önünü açmaktadır.
Onların Kafası Bu Da Bizdeki Neyin Kafası?
Kendine üstün değerler atfederek diğer canlılarla arasındaki dinamik ağları, karşılıklı etkileşimleri, dünyadaki çeşitlilikleri görmezden gelen bu anlayışa biz neden uyuyoruz? Yapılacak sağlıklı düzenlemelerle “katletmeden” daha eşitlikçi çözümler üretemiyorsak zaten akıllı değilmişiz!
Bizler yüzlerce yıl taşa, toprağa bakıp Tanrı’yı görmüşüz. Destanlarımızda ağaçlardan yayılan ışıkla türemişiz. Atımızı sevgilimiz gibi sevmişiz.
Peygamberimiz Uhud seferinde, ordunun önüne yavrularını emziren bir kedi çıkınca, kedinin başına ezilmemesi için bir nöbetçi dikip koca bir orduyu o kedinin etrafından dolaştırmış. Osmanlı vakıflar yoluyla Mancacılarla evcillerimize her koşulda bakmış. II. Abdülhamit, kuduz salgınında köpekleri öldürtmek yerine kuduzla savaşmayı seçmiş. Yol göstericimiz bile köpeklerin atası Bozkurt. Utanmıyor musunuz hiç?
İnanın, insan yok olursa dünyaya hiçbir şey olmaz! Hatta dünya bizden kurtulur. Ama bir köpek, bir kedi, bir arı ölürse bir gün biz de olmayız! Kendi kendimize bahşettiğimiz o mel’un kibir tahtından inmemizin zamanı gelmedi mi? O üstünlük mertebesini ayağımızın altından biri çeksin artık!