Her bekleyiş unutuşla başlar ama...
Unutuş çağımızın hastalığı, bekleyişse ân’da yaşamanın. Bir paradoks gibi de gelse; unutmakla hatırlamak arasında yaşarken gelecek uzun bir bekleyiş olarak ötemizdedir hep. Kimi kez ütopya, kimi kez de labirentimsi bir zaman işaretidir yalnızca.
Çoğunluğumuz geleceksiz şimdide yaşadığımız için, geçiştiririz çoğu şeyi. Bazılarımıza göre “yarın”dır gelecek, bazılarımız içinse geçmişte taşımak bunun izlerini... Yani dünsüz bir gelecek pek mümkün değil!
Gene de günübirlik yaşama zihniyetimize tanı koymak güç. Geçmişle gelecek arasında durduğumuz yer kaygandır, kökenimizin de sorgular içermesi bundandır.
Bunu, çoğunlukla da, topraksızlığımızla tanımlıyorum. Toprağa bağlı olan aileler kuşaktan kuşağa taşınıyor. İşlenen toprak bağlanan yere dönüşüyor. Her an gitmeye hazır olan unutuşa ve beklemeye de hazırdır. Bu nedenledir ki, geleceksiz bir gelecektir onun bekleyişi.
Öyle ya; ayakların baş olduğu ülkede, tarih bilmeyenlerin tarih dersi vermeye kalkışmasını alkışlamak da bu kökensizliğin bir örneği değil mi?
Kadim Anadolu coğrafyasının uygarlık katmanlarına aldırmadan “yeni kıta”nın keşfinin simyacısı kesilmeleri tam Aziz Nesinlik bir öykü...
Yüz çevirmeden de her sözünü “temenni” diyecek kadar pişkinliğe vuran, ama “temenna” etmekten de çekinmeyen birinin o muğlak bakışını “edebî” kılma/sunma iğretilik değil de nedir?
O bakış ki “yeni Türkiye” bayrağının gölgesinde şunu da diyebilmektedir: “Öngörmekten ziyade umuyorum, diyelim. Hormonları normal seviyelerine gerilemiş, atar erginliğini arkasında bırakmış, akıl baliğ, rasyonel bir Türkiye umuyorum.” (Alev Alatlı)
Okyanus ötesinde ise bir Ursula K. Le Guin, “Amerikan edebiyatı üzerindeki dönüştürücü etkisi” nedeniyle” verilen ABD Ulusal Ödülü’nde şu sözleri dile getirmektedir: “Özgürlüğün ne olduğunu hatırlayan yazarlara ihtiyacımız var. Piyasaya meta üretmekle sanat yapmak arasındaki farkı bilen yazarlara ihtiyacımız var.”
Doğrusu şunu merak etmiyor da değilim, Alev Alatlı acaba hangi “dönüştürücü” etkisi nedeniyle payelendirildi?!
İşte size bir vasatlık örneği.
DOSTOYEVSKİ YETİŞTİRMEK ZOR
Tüm bunlara bakınca bu ülkede bir Dostoyevski’nin, bir Sartre’ın neden çıkmadığını, ama kadim Mezopotamya topraklarında bir Hallâc-ı Mansûr’un var olduğunu görüyorsunuz.
Anadolu uygarlığının var edip koruduğu, bugüne kadar taşıdığı Yunus Emre, Mevlânâ’ya dinsel misyon biçmek gene bu zihniyetin ürünü.
Geldiğimiz noktada, son 30 yılda yaşadığımız süreci aslında “kaotik çağ” olarak nitelendirmek yabancı gelmemeli.
Eğer yaşadıklarınızı unutursanız, gelecek bir “hiç”tir. Kesilen ağaçlara, yok edilen doğaya, yağmalanan kentlere, çarpıtılan tarihe seyirci kalırsanız; ülkenizin yağmalanmasına, geleceğinin karartılmasına da ortak olursunuz.
Medyanın “dolgu yazar”ları, “bu işte bir iş var” deyip sulusepken yağmur gibi tutumlarıyla da köşeciklerini gün gelip koruyamayacaklardır.
Hadi gelin onların bu iktidar yardakçılığını, fütursuzluğunu Cemil Meriç’in şu sözleriyle karşılayalım:
“Tanımıyoruz onları, nereden geliyorlar bilen yok. Firavunlara benziyorlar, kalabalığa çehrelerini göstermeyen firavunlara. Ve aydınlarımız, o meçhul heyûlâlar için ehramlara taş taşıyan birer köle.”