Hitler’den ada almak?
Cumhurbaşkanlığı Arşiv Daire Başkanı Muhammet Safi’nin İkinci Dünya Savaşı yıllarına ait paylaştığı bir belge tartışmaları da beraberinde getirdi. Belge, Nazi Almanyası’nın 1943 Eylülünde kendi işgali altında olan Ege Adalarını Türkiye’ye vermek istediğini, İnönü-Saraçoğlu yönetiminin ise bunu reddettiğini anlatıyor. Safi, bu tutumundan ötürü İnönü’yü suçlayan bir tavır içerisinde.
Ada meselesine geleceğiz. Bu teklifin geldiği dönemde Almanya’nın savaştaki durumundan da bahsedeceğiz. Hatta Türkiye’ye yeni toprak vaadeden tek gücün Almanya olmadığını da göstereceğiz. Fakat önce şunu belirtmeliyiz: Devletin arşivlerinin emanet edildiği bir kişinin bu tavrı büyük disiplinsizlik. Kendisinin görevi, eski Cumhurbaşkanlarımızı ve Başbakanlarımızı yermek değil, devletin arşivine sahip çıkmaktır.
Ada konusuna girmeden önce İkinci Dünya Savaşında Türkiye’nin tutumu konusunda birkaç şey söylemek gerekir.
SAVAŞ TECRÜBESİ OLAN KADRO
İkinci Dünya Savaşı’nda Türk Dış Politikasının esası, iktisadi güçlüklerle ve askeri yetersizliklerle yakalandığımız savaş yıllarında, daha önceki savaşlardan büyük tecrübeler biriktirmiş bir kadronun, ülkenin ihtiyaçlarını ve çıkarlarını esas alan, maceracılıktan uzak, kısıtlılıklarının ve olanaklarının farkında olan gerçekçi yaklaşımlarla henüz 20’li yaşlarında olan Cumhuriyetimizi felaketlerden uzak tutmasıdır.
İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin siyasetleri konusunda araştırmalar yaptığınızda Türk Dışişlerinin yetenekli kadrolarını tanıma ve onların çetin müzakereciliklerine şahit olma olanağına da sahip oluyorsunuz.
II. DÜNYA SAVAŞI BİZİM SAVAŞIMIZ DEĞİL
Türkiye, Birinci Dünya Savaşı’nın aksine bu savaşta merkezi bir yer işgal etmiyordu. Birinci Savaş, Avrupa’nın üç büyük emperyalist gücü olan İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Batı Asya’yı paylaşmak üzere kurdukları ittifakın bir sonucuydu. Osmanlı Devleti’nin iradesi dışında gelişen bu durum Türkiye’yi kaçınılmaz olarak savaşın içine çekti. Çünkü Türkiye, doğrudan doğruya savaşın konusuydu.
Türkiye burada geriden gelen bir başka emperyalist güç olan Almanya ile ittifak kurarak bütünlüğünü sağlayabileceğini düşündü. Yanlış bir görüş değil, tarihin mecbur bıraktığı bir eylemdi. Hesap tutmadı ancak Kurtuluş Savaşı yeni bir Türk Devleti’nin kuruluşunu sağladı.
İkinci Dünya Savaşı’nda ise temel itki Alman ve İtalyan yayılmacılığı idi. Esas olarak Avrupa’da bir nüfuz savaşı olarak başladı ve Uzak Asya’ya kadar yayılarak devam etti. İtalya, izlediği saldırgan Akdeniz siyaseti sebebiyle Türkiye açısından bir tehdit unsuruydu, özellikle bu tehdit İtalya’nın müttefiki Almanya’nın Ege’ye yerleşmesiyle daha da şiddetlendi.
DİPLOMASİDE ESNEKLİK VE KIVRAKLIK
Türkiye savaşın üç büyük oyuncusuyla ilgi çekici bir ilişki içerisindedir. İngiltere, Almanya ve Sovyetler Birliği ile dönem dönem yükselen, dönem dönem düşen bir tansiyon söz konusudur. Türkiye savaş yılları boyunca bu ülkelerle hem dost hem de neredeyse düşman konumdadır. Bu devletlerin hepsi, hem Türkiye için potansiyel bir tehdidi hem de bir diğerine karşı potansiyel bir müttefiki ifade ediyordu.
Aynı kadro, aynı anda İngiltere’nin savaşa girin baskılarına “Türkiye’yi ziyan etmeyin” söylemiyle, Almanya’nın baskılarına “Tarafsız bir Türkiye’nin Sovyetler’e karşı Almanya’nın sağ kanadının güvencesi olduğu” siyasetiyle, Sovyetler Birliği’nin hiddetine ise “Türkiye’nin tarafsızlığının Sovyetler Birliği açısından Anadolu ve Kafkasların güvencesi olduğu” iddiasıyla karşı koyuyordu. Türkiye temel olarak, kendisinin savaş dışında kalmasının savaşan bütün kesimlerin bir yönüyle çıkarına uygun düşeceğini ifade ediyordu. Zaten diplomatik başarı da, kendi doğrusunun diğerlerinin de doğrusu olduğunu muhatabına kabul ettirebilmektir.
GERÇEKLİKLER ZEMİNİNDE DİPLOMASİ
Türk diplomasisi kendi milletinin çıkarına olan “tarafsızlık” siyasetinin muhataplarının da çıkarına olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Kanaatimize göre bu tutum, İngiliz Dışişleri’nin sıkça ima ettiği “savaş dışında kalmak isteyen güçsüz bir ülkenin diplomatik cambazlıklarının” ötesinde anlamlara sahiptir. Bu diplomatik zekâ küçük yalanların değil büyük gerçeklerin üzerine kuruluydu.
Gerçekten de Churchill’in yoğun çabaları sonucunda Balkanlar’da ya da Anadolu’da açılacak ve Türkiye’nin dâhil olacağı yeni bir cephe, İngilizlerin iddia ettiği gibi savaşı kısaltan bir rol oynamak bir yana, tersine onu daha fazla yayan ve daha çok sayıda insanın yok olmasına sebep olacak bir macera olacaktı. Üstelik mevcut askeri teknolojisi ile Türkiye’nin Alman savaş makinası karşısındaki durumu da hayli şüpheliydi.
Dahası, savaşın seyri de Türk siyasi önderliğini sürekli olarak savaş dışında kalma konusunda yeniden ve yeniden ikna etti. Fransa’nın hezimeti, İngiltere’nin düştüğü aciz durum, Sovyetler Birliği’nin geri çekilişi, Amerika Birleşik Devletleri’nin temkinliliği ve Yunanistan, Bulgaristan, İran gibi komşularının düştükleri durum Türk kamuoyu ve basınını da hükümetle birlikte hareket etme konusunda ikna etti.
Hem İngiltere ve Fransa ile müttefik olup, hem de Almanya ile düşman olmamak mümkün müydü? Türkiye savaş süresince bunun pekâlâ mümkün olabileceğini, kendi dışındaki güçler memnun olmasa da, gösterebilmiştir.
RİSKLER VE AVANTAJLAR
Türkiye, üstün jeopolitik konumunun getirdiği risk ve tehditler ile yine aynı jeopolitik konumun getirdiği avantajlar arasındaki çelişkiyi ikincisi lehine değerlendirebilmiştir. Savaşın bütün birincil oyuncuları bu konumundan ötürü Türkiye’yi kendi yanında savaşta görmek için çaba harcamıştır. Türkiye ise bu coğrafi önemini her bir muhatabına savaşın dışında kalma gerekliliğinin gerekçesi olarak sunmuştur. Bu büyük manevra kabiliyeti, muhatabına kendi gerçekliklerini dayatma başarısı, Türk diplomasisinin büyük tecrübesini ve başarısını yansıtmaktadır.
Türkiye, muhataplarına kıyasla iktisadi ve askeri üstünlükten yoksun oluşunun yarattığı olumsuz durumu eşsiz konumunun getirdiği olanaklarla dengelemiştir. Türkiye, topraklarına yönelecek her türlü saldırıya karşılık vereceğini önceden ilan ederek de her şeye karşın askeri bir caydırıcılığının olduğunu hissettirmiştir.
STRATEJİYE UYGUN SİYASETLER
Stratejik düzlemde, savaş öncesinden başlayarak, “Yurtta barış, dünyada barış” anlayışıyla savaş dışında kalmayı ve bağımsızlığını korumayı amaçlayan Türkiye, taktiksel düzlemde ise sürekli değişen siyasetler geliştirmeyi başarmıştır. Esneklik ve kıvraklık o dönem Türk diplomasisinin temel özellikleridir.
Savaşın seyrinde veya savaşın taraflarının konumlanmalarında görülen dalgalanmalara göre Türkiye, sürekli yeni siyasetler uygulamış, savaş dışında kalma stratejisine uygun olan taktik seçenekleri her zaman üretmeyi başarmıştır. Bu seçenek üretme kabiliyeti şüphesiz bağımsız dış politika güdebilme olanağının bir sonucudur.
Söz gelimi İngiltere ve Fransa ile yapılan üçlü ittifak anlaşması İngilizler tarafından çeşitli zamanlarda Türkiye’nin savaşa girmesinin bir gerekçesi yapılmak istenirken, Türk tarafı için ise aynı anlaşma savaş dışında kalmanın gerekçesi yapılabilmiştir. Aynı maddeleri farklı şekilde yorumlayabilmek, Türk diplomasisinin o dönem için ne kadar çetin ceviz olduğunu gösteren bir başka olgudur.
TEK DİSİPLİN
İngiliz ve Alman resmi kaynaklarından süreci seyrettiğimiz zaman gördüğümüz manzaralardan biri de Türk dış politikasının Cumhurbaşkanı’ndan konsolosluk görevlilerine kadar bütün unsurlarıyla bir disiplin ve bütünlük halinde olduğudur. Bu tutarlılık ve savaş dışında kalma konusunda gösterilen sebat, savaşın bütün taraflarını zaman zaman çılgına çeviren ama sonunda Türkiye’ye mecbur bırakan olağanüstü bir rol oynamıştır.
BAĞIMSIZ DIŞ POLİTİKA
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türk dış politikasının temel özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz.
-Bize ait olmayan bir savaşa girmemek
-Maceracılıktan uzak durmak, gerçekçi olmak
-“Yeni toprak” vaatlerine yüz vermemek
-Türkiye’nin bağımsızlığına gölge düşürecek anlaşmalardan kaçınmak
-Müttefiklerinin değil, kendisinin çıkarlarını esas almak, ihtilaflarda zaman kazanmak
-Savaşa girmeyerek, savaş sonunda askeri olarak güçlü kalmak
-Savaşın getirdiği iktisadi olanakları özellikle krom madenini değerlendirmek.
Aslında yukarıdaki maddeleri tek bir deyimle özetlersek Türk dış politikası adı geçen dönemde “kendi omuzları üzerinde kendi başını” taşımıştır. Savaş sonunda genç Türkiye Cumhuriyeti parçalanmamış, harap olmamış ve bağımsızlığını kaybetmemiştir.
Türkiye eğer kendi omuzları üzerinde kendi başını taşımıyor olsaydı, hem Almanya’nın hem de İngiltere’nin toprak vaatlerinin üzerine atlayabilir ve kendi felaketini hazırlayabilirdi.
ALMANYA’NIN OLTASI
Safi’nin paylaştığı 1943 tarihli belgenin çok öncesinde Almanya’nın Türkiye’yi çeşitli vaatlerle kendi tarafına çekmek istediği bilinmektedir. Savaş yıllarının Almanya Dışişleri Bakanı Joachim Von Ribbentrop, Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Franz Von Papen’e gönderdiği 11 Ağustos 1941 tarihli telgrafta “Türklerin bir süredir yatışmış görünen emperyalist eğilimlerini canlandırmaya bakmalıyız” demektedir. Türkiye kendisine Almanya tarafından iletilen Sovyetler Birliği egemenliğindeki Kafkaslar, Hazar’ın doğusu, Halep gibi bölgelerde toprak vaatlerini sürekli reddetmiştir. Bundaki temel sebep, Sovyetler Birliği ile girilecek bir savaşın Türkiye’ye muhtemel faturasının bilincinde olmaktır. Almanya’nın amacı ise hem Türkiye’yi yanına çekmek hem de Kırım, Kafkasya ve Türkistan’daki Türk kökenli halkların sempatisini kazanmak ve Sovyetler Birliği’ni kuşatmaktır.
TÜRKİYE’NİN ÖNGÖRÜSÜ
Hitler’in Türkiye’ye Ege Adalarını teklif ettiği Eylül 1943’te Rusya içerisinde Alman ilerleyişi çoktan durdurulmuş, Almanya Kursk ve Stalingrad’da bozguna uğramış, Sovyet Orduları karşı taarruzlarla Almanları topraklarından süpürmeye başlamışlardı. Dahası Temmuz’da üst düzey bazı subaylar Hitler’i ortadan kaldırmaya çalışmış, yine Temmuz’da Hitler’in bir numaralı müttefiki Mussolini, İtalya’da iktidardan indirilmiş ve tutuklanmıştı. Bütün bu gelişmeler Almanya’nın liderlik ettiği Mihver ülkelerinin savaşı kaybedeceğini açıkça göstermiştir.
Böyle bir ortamda Almanya’nın “adalar” oltasına takılmak, Türkiye’yi mahvetmek olurdu. Türkiye’nin Almanya, İtalya ve Japonya ile benzer akıbetleri yaşaması demekti. Bırakın Adalara sahip olmayı, Türkiye’nin 1936’da Montrö ile ancak tam olarak egemenlik sağlayabildiği Boğazların bile geleceği tehlikeye girerdi. Yani Safi’nin “açıkladığı” belge, Türk devletini yönetenlerin başarısızlığını değil, tersine başarısını göstermektedir.
İNGİLTERE’NİN OLTASI
Üstelik Türkiye’ye “yeni toprak” öneren yalnızca Almanya değildi. İngiltere’nin de benzer önerileri olmuştur. 27 Mayıs 1941’de, Hitler’in Suriye’ye saldırı planları yaptığı dönemde, Avam Kamarası Savunma Komitesi Halep’in Türk kuvvetleri tarafından işgalini öneren bir karar aldı. Ancak bu hiçbir zaman hayata geçmedi. Çünkü Türkiye o sıralarda Almanya ile “Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması” imzalamak üzeredir. Kısa süre içerisinde Polonya, Benelüks, Fransa ve bütün Balkanları ele geçirip Türkiye’ye komşu olan Almanya ile bir gerginlik Türkiye’nin çıkarına değildi. Üstelik 1941 yazı itibarıyla Trakya’nın düz ovalarında Almanların İstanbula’a ilerleyişini durdurabilecek bir müttefik de bulunmuyordu. ABD ortada yoktu, İngiltere işgal tehlikesiyle karşı karşıyaydı, Fransa silinmişti ve Sovyetler Birliği yeni başlayan Alman işgaliyle uğraşıyordu. Türkiye bu önerilere yüz vermemiş ve oltaya gelmemiştir. Foreign Office’e 1942’de sunulan bir başka raporda da Türkiye’ye Kafkaslar’da, İran sınırında, Halep, Musul ve Ege adaları konularında teklifler götürülebileceği ifade edilmiştir. Ancak yine aynı raporda İngiltere’nin başka mercilere de aynı yerlerle ilgili sözler verildiği bu nedenle Türkiye’nin olası taleplerinin karşılanamayacağı belirtilmiştir.
Türkiye yeni toprak talep etme gibi maceralara girmeyerek doğru yapmıştır. Aksi olsaydı, bırakın genişlemeyi, milyonlarca insanımızı kaybetmenin yanı sıra, mevcut toprak bütünlüğümüzü ve egemenliğimizi kaybetme noktasına bile gelebilirdik. O dönemin diplomasi tecrübelerinden bugün için de çıkarılacak çok ders vardır
KİTAP ÖNERİLERİ
Selim Deringil, Denge Oyunu, Tarih Vakfı Yurt Yayınları
Hüner Tuncer, İsmet İnönü’nün Dış Polikası, Kaynak Yayınları