H/Uma/y-Simurg'un gizemi ve küllerinden yeniden doğan Asya (2)
ÇİNLERDE VE TÜRKLERDE ORTAK FELSEFİ KÖK
Türklerin ve Çinlerin, belli farklılıklarla diğer Asya halklarının, ortak paylaştığı simge ve değerlere damgasını vuran temel bir mitolojik-kültürel sistemden sözedebiliriz. İki ana ilkeye indirgenmiş bu evrensel sistem, Çincede Yang ve Ying, Türkçede Yaruk ve Kararuk (Aydınlık ve Karanlık) olarak ifade edilir. Bu iki soyut ve ana ilkenin diyalektik ilişkisini, önce kaos olan evrenin gök ve yer olarak ikiye bölünmesi, bu bölünme ve çatışmalı bütünlük ekseninde insanın, doğayla ve toplumla tarihsel ve varoluşsal karşılıklı değişim, dönüşüm ve yaratım süreçleri olarak düşünebiliriz.
Çin felsefesinde bu ilkel doğacı diyalektik, yol, yöntem anlamına gelen Taocu felsefeyle açıklanmaktadır. Taocu felsefe dünyada her şeyin birbirine karşıt ama birbirini tamamlayan hem yang hem de ying'e sahip olduğunu savunur. Doğadaki herşeyin oluşum ve gelişimi karşıtların birbirine bağlı, birbirini tamamlayan mücadelesiyle gerçekleşir.
Yang-ying, bütün nesnelerin ve olayların sonsuza değin birbirleri ile mücadele ve karşılıklı dönüşüm içinde olduklarını anlatır. Aynı zamanda bu, doğada her şeyin görece ve değişken olduğu, belli koşullarda her şeyin karşıtına dönüştüğü anlamına gelir. Yaşam ve ölüm, erkeklik ve dişilik, akıl ve yürek, hareket ve durağanlık, konuşmak ve susmak, sonsuzluk ve geçicilik, doluluk ve boşluk yang-ying ikili birliklerina örneklerdir. Taoculuk, bu anlamda, birbirinden sonsuza kadar ayrı ve karşıt, birbirinden tamamen bağımsız ve yalıtılmış nesneler ve kavramlar sistemi üzerine kurulan matafizik Batı felsefesinden farklıdır.(1)
Batı merkezli metafizik düşünceye göre, Doğu toplumları, sonsuza kadar değişime kapalı, hareketsiz, durağan, kaderci toplumlardır. Batı ise, daima akılcı, yenilikçi, yaratıcı toplumlardır!.. Bu ırkçı bakış açısı, bugün bile kapitalist Batı toplumlarında hâlâ etkili. Oysa Doğu toplumları, gerek düşünsel ve inançsal yapıları ve değerleri bakımından gerekse temsil ettikleri büyük uygarlık ve kültür birikimi bakımından, hiçbir zaman değişime kapalı ve durağan olmadılar. Durağanlıktaki değişimin, suskunluktaki yeni bir canlanmanın, yenilgideki zafer inancının enerjisini hep taşıdılar ve yeniden ürettiler.
ÇU UYGARLIĞI VE EVRENSELCİLİK: ÇİFT BAŞLI EJDER (EVREN)
Yukarıda sözünü ettiğimiz Yang ve Yaruk ilkesi şu unsurlarla simgeleşmekte ya da görünüm kazanmaktadır: Güneşin zirvede göründüğü gün ortası, yaz mevsimi, ateş unsuru, kızıl renk, tek sayılar, hükümdarlık, erillik... Yang ve Yaruk ilkesinin simgeleri, güneş ve Türkçe Kızıl Saksağan, Çince Kızıl Kuş denen takımyıldızıdır. Kararıg ilkesinin en üst noktası ise, yerin dibinde, kuzey yönünde, gece ve kış mevsiminde, su unsurunda, kara renkte, çift sayılarda, dişilik kavramında kendini gösteriyordu. Kararıg ilkesinin simgeleri, ay ve Türkçede karayılan, Çincede kaplumbağa ve yılan adını taşıyan takımyıldızıdır.
Türk ve Çin mitolojilerindeki ejder'in bir başka adı olan yılan, olumsuzu/düşmanı simgeleyen bir varlık değil, üretimin, bereketin, ölümün ve yeniden dirilişin (hem öldüren hem sağaltan), yani evrensel sonsuz döngünün simgesidir. Anadolu kültüründe, ejderha ile evrilme ve evren arasındaki bu mitsel-düşünsel ilişki, Şeyh Nasurüddin Mahmut El Hoyi'nin (Nasrettin Hoca) “Ahi Evren” lakabında simgeleşir. Debbağların piri ve Ahiliğin kurucusu Ahi Evren, aynı zamanda Tıp bilgisine de sahiptir, yani tabiptir ve yılan zehirinin hem çok zararlı, hem çok yararlı ikili karakterini bilmektedir. Debbağhanesinin mahzeninde yılan beslemesi ve yılan zehirinden ilaç üretmesi nedeniyle Evren (ejder) lakabı verilmiştir kendisine. Bilindiği gibi Tıbbın simgesi, birbirine sarmalanmış çift başlı yılandır.(2)
Bir Gök Ejderi olan Evren, Chou'lar, Hunlar, Kök Türkler ve Uygurların inancına göre, gök kubbenin ve yağmurun simgesi olarak kabul edilen Gök Ejder (Kök Luu) takımyıldızını temsil etmektedir. Gök Türk ve Uygur kağanları, dikili taşlar üzerinde çift başlı gök ejderi biçimindeki simgesel figürlerle gökten kut alırlardı. Hunların merkezlerinin Ejder şehri olarak anılması da, güç, kuvvet sembolü olarak ejderin Türklerde yüksek bir değere sahip olduğunu gösteriyordu.(3)
Orhun abidelerinde, Kül-tegin anıt mezarında “Kil duvarlar üzerinde ejderha meskeleri bulunmaktadır. (...) Başın üzerinde beş dişli bir taç, onun üzerine ise, kartala benzeyen bir kuş resmi tasvir edilmiştir.”(4) Burada, hem İslam öncesi Türk kültüründe ejderhanın, hem de “kartala benzeyen kuş”la tarif edilen Umay'ın kutsallığı görülmektedir.
Taocu diyalektik felsefenin en üst düzeyde simgesel ifadesi olan Ejder, Çin ve Türk kültürlerinin kökensel bağını sağlamaktadır. Kısacası Ejder (Evren), Taocu diyalektikte hem yıkıcı (kötülük kaynağı), hem de yapıcı gücü -yaratıcılığı, üretkenliği- temsil ediyor. Böylece yararlı ve zararlının, iyi ve kötünün, yaşamın ve ölümün birbirini içeren, birbirinin koşulu olan evrensel bütünlüğünü simgeliyor.
İslam öncesinde Türklerde kutsal kabul edilen bu efsanevi yaratık, İslamiyetle birlikte sözkonusu olumlu özelliklerini yitirmiş ve kötülüğün simgesine dönüşmüştür. Kahramanlığın ölçütü de ejderhayı öldürmektir artık. Diyebiliriz ki, Akdeniz merkezli, Yunan, İbrani, İran uygarlıkların mitolojilerinde, daha sonra İslam tarihi ve kültüründe ejderhanın baş düşman olmasının, ona “Yecüc-Mecüc”ün eklenmesinin nesnel ekonomik-toplumsal temeli vardı. Kuşkusuz bu temeli, dünyanın merkezi İpek Yolu'na egemen olan “barbar” Türk ve Çin gücüne karşı ekonomik-siyasi bir savaş oluşturuyordu.
Türk mitolojisi ve kültürünün temel simgesel motiflerinden olan Hayat Ağacı'nın koruyucusu ve tamamlayıcısı, birbirine dolanmış (yang-ying ikilibirliği) çift başlı ejderha ya da yılandır. Bunun diğer versiyonları, Hayat Ağacı'nın iki yanında yer alan çifte boğa -daha doğrusu boğa ve inek- ile Selçuklu, Osmanlı ve genellikle bütün Türk süsleme ve armalarında, halılarda yer alan Çift başlı kartal motifleridir. Kartal'ın yerini, daha efsanevi bir kuş olan, bazı yorumlara göre, genellikle kuş donunda gözüken Umay'ın bir görüntüsü olan Sungur kuşu almaktadır.
Evrenin bütün tezahürlerini gök ve yer-sub'un (yer-su) temsil ettiği birbirine karşıt ve birbirini tamamlayan iki evrensel “nefes”ten oluşmuş olarak kabul eden sistem, proto Türk ve Türklerin en eski ve öz kozmolojisidir. Doğu Asya tarihçisi Eberhard'ın çoğunluğunu Türk olarak değerlendirdiği Chou (Çu)'lar (MÖ. 1059-249), bu kozmolojiyi anavatanları olan İç Asya'dan getirmişlerdi.(5)
Çu'larla başlayan, Göksel dünya imparatorluğu olarak somutlaşan evrenselcilik Çin'de gelişirken, bir yandan da Çinlerin Hu dediği ve Çin'in kuzeyi ile batısında yaşayan Türkler, Çu uygarlığının diğer mirasçıları olarak aynı kozmolojiye dayanarak evrensel imparatorluk kuruyorlardı. Doğacı diyalektik dediğimiz Taoculuğun ilkeleri bütün Hu'larda yaygındı. “Kök-Türklerin Kağan soyu, Çinlilerin As-hi-na [Asena] dediği boy, IV.-V. yüzyıllarda tarih sahnesine ilk çıktığı zaman Yaşıl-ögüz (Hoang-ho) Irmağı'nın batısındaki Ding-liang'da, bir Taoist türbe olan dağın civarına yaşamaktaydı.”(6)
ZERDÜŞTİZM'DEKİ DÜALİZM VE TAOCU DİYALEKTİK
Göksel dünya imparatorluğu ideali, hiç bir kavme, halka ayrıcalık tanımayan hümanist bir içerik taşıdığı gibi, her iki kültürde de önemli bir simgeselliğe sahip beşli ve sekizli sistemlerle ortak bir kozmolojik düşünceyi benimsiyordu. Simgeselliğin büyük bir rol oynadığı Çin kültüründe merkezi bir yere sahip beşli sistem, dört yönü ve merkezi (Gök'ü) temsil ediyordu. Sekiz ise, dört yön ve aralarındaki diğer dört ara yönün toplamı idi. Türk mimarisinde sekizgen yapılar olarak kendini gösteren simgesellik, çok daha derin bir anlama sahiptir. Anadolu'daki Selçuklu döneminden kalma türbelerin ve mimari yapıların çoğu sekizgen üsluptadır. Orta Asya çadır kültürünün bir yansıması olan sekizgen üslup İran Zerdüşt mabetlerinde de görülmektedir.
Emel Esin'inin de vurguladığı gibi, yukarıda belirttiğimiz Çinlerin ve Türklerin dikotomik (ikilibirlik, diyalektik) kozmolojisi, İran Zerdüşt öğretisindeki birbirini tamamen dışlayan iki karşıt ilke üzerine kurulu ikici (düalist) görüşten büsbütün farklıdır. Zerdüşt düalizmi, iki ilkeyi birbirine ebedi düşman ve birini iyilik, diğerini kötülük simgesi sayıyordu. Zerdüşt ve Mani dinlerinde, Işık iyilik, karanlık kötülük simgesiydi; bunlar asla birbirini tamamlayan bir uzlaşma ve bütünlük oluşturmaz.
Muhtemelen köleci Akdeniz kültürü ile Asya kültürünün en çok karşılaştığı ve içiçe geçtiği Horasan bölgesinde ortaya çıkan Zerdüştlükteki düalizm, kuşkusuz Batı Asya köleci kültürünün bir uzantısıdır. Ancak, bu öğretinin içeriğinde yer alan paylaşmacı değerler, kadının erkekle daha eşit ve kesinlikle köle olmayan konumu, bütün insanları kapsayan akılcı-hümanist içerik, onun Asyai-Turani kültürle ortak özellikler taşıdığını gösterir.
BATI ASYA'DA UMAY'IN HALLERİ: HUMA KUŞU, SİMURG VE ZÜMRÜDÜ ANKA
Türk, Çin, İran ve Rus ulusal kültürlerin ortak simgesel değerlerine baktığımızda ilk dikkat çeken olgu, aynı kutsal efsanevi kuş simgesinin farklı adlarda hepsinde de benzer işlevlerle yer almasıdır. Türk mitolojisinde bu efsanevi varlık, Umay Anadır. Yaşamın ve ölümün, üremenin, çoğalmanın, bereketin, bilgeliğin, merhametin simgesi, dolayısıyla en başta çocukların ve doğumun koruyucu tanrıçası olarak Umay... O, Türklerin avcı-toplayıcılık ve anaerkil dönemlerden ataerkil ve uygarlık çağlarına, yerden göğe değişim ve dönüşümler geçirdi; değişik yüzler ve adlarla ortaya çıktı. Türklerin, Hunlarla başlayan büyük imparatorluklar kurma sürecine bağlı olarak, en büyük ve evrensel tanrının Gök Tanrı olmasıyla Umay da Yer Ana'dan Göksel bir konuma yükseldi. Böylece Türklerde en son yüzü ya da girdiği don, “devlet kuşu”, “talih kuşu” olarak da anılan Huma Kuşu oldu.
Umay, Farslarda Simurg, Arap-İslam kültüründe Zümrüdüanka olarak ortaya çıkmaktadır. Çin mitolojisinde genel olarak Anka olarak yer alan bu tanrısal simge Rus kültüründe “Ateş Kuşu” olarak ortaya çıkar. Hint mitolojisinde ise Garuda adını alan bu kuş, kartal başına ve pençelerine sahiptir.
Bilindiği gibi Simurg, İran mitolojisine göre Hazar Denizi'nin güneyi ve İran'ın kuzeyindeki yüksek Alburz dağlarında yaşayan olağanüstü büyük, yüzlerce yıl yaşayan ve öldükçe de küllerinden yeniden doğan, herşeyi bilen, çocukların ve çaresizlerin koruyucusu efsanevi bir kuştur. Simurg, Fars sanatında bir çok kılıklara girebilen dev bir yaratık olarak resmedilmiştir. Hayat Ağacı olarak da bilinen Bilgi Ağacı’nda bir yuvası olduğundan sözedilir.
Simurg'un Fars edebiyatındaki en somut ve efsanevi imgesi “Zaloğlu Rüstem”le birlikte geçer. Firdevsi'nin büyük İran destanı Şahname'de baş kahramanlardan biridir. Eserde Simurg dağa bırakılmış bir çocuğu sahiplenir, Alburz dağlarındaki yuvasına götürür ve orada büyütür. Sonra adı Zal (“kuşun oğlu”) olarak anılan bu çocuğun oğlu Rüstem (“Zaloğlı Rüstem”) İran tarihinin en ünlü pehlivanı ve kahramanı olarak destanlarda yer alır.
Arap efsanesinde ise, aynı yaratık, bütün kuşların hükümdarı Zümrüdüanka olarak ve aynı nitelikleri ile karşımıza çıkar. “Anka” sözcüğü Farsçadır. Araplar bunu, her ne kadar Arap-İslam edebiyatında Mısır kaynaklı bir kuşa, Phoenix'e dayandırsa da, o da muhtemelen Avrasya kaynaklıdır, büyük olasılıkla İran veya Hint'ten alınmış olmalıdır. Son bin yılda İslamiyet üzerinden Arap edebiyatı ile dilimize ve kültürümüze Zümrüdüanka olarak girmiştir. Aynen Smurg gibi Kaf Dağı'nda, Hayat Ağacı da denen Bilgi Ağacı’nın dallarında yaşayan ve her şeyi bilen bir dev yaratıktır.
Zümrüdüanka'nın Doğu Akdeniz uygarlığı ve Arap efsanesi kaynaklı olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü, aynı özellikleri taşıyan bu simgesel kuşlar, göksel tanrıya yakın yüksek bir dağ ve o dağda yer alan kutsal ağaç (orman) simgesi ile bir bütünlük oluşturmaktadır. Üçünün bir arada olduğu coğrafya Doğu Akdeniz ya da Arap coğrafyası olamaz. Olsa olsa Kafkaslar, Himalayalar, Tiyanşan ve Altaylardan Çin Denizine Orta ve İç Asya olabilir.
Bu konuda Nimet Yıldırım'ın değerlendirmeleri önemli ve öğreticidir. Ona göre, Firdevsi'nin Şahname'sindeki Simurg ve Rüstem'in kişiliği hiçbir şekilde, İran mitoloji ve kültürünün temel kaynağı olan, Zerdüşt metinleri Avesta edebiyatında yer almaz. Zal'ın babası Sam ailesi ve Rüstem'in serüvenleri ile ilgili Avesta'da hiç bir bilgi yoktur. Aveste dışında kalan diğer Pehlevice metinlerde de Rüstem ve Zal'dan sözedilmez. Gerçekte Şahname, Zerdüşt inanışı eksenli metinlere bağlı olmaktan daha çok Doğu İran'ın, yani Horasan ve Meveraünnehir'in, sözlü, klasik, geleneksel kültürel birikimini içeren söylencelere dayanmaktadır.(7)
Yıldırım'ın çok yerinde yorumuna göre, “Muhtemelen Rüstem, o dönemler, örneğin Sakalar gibi yabancı kavimlerin mitolojik kahramanları arasında yer almaktadır. Bu ve benzeri kavimlerin Doğu İran ve Sistan (Seistan) gibi bölgelere yerleşmeleri, İranlılarla karışarak birlikte yaşamaları sonucunda, efsaneleri İran efsanesine karışmış, İran kahramanlık destanlarında yeni bir kahraman tipi olarak yer almaya başlamış, diğer kahramanlar ise unutulmaya yüz tutmuştur.”(8) Dolayısıyla Simurg'un kökeni İran'da değildir; iç Asya'dadır. Yani adı dışında bütün özellikleri, Türk mitolojisindeki Umay Ana'nın özellikleridir. Rüstem'le ilk akla gelen kahraman ise Altay Destanı'ndaki Maaday Kara'dır.(9)
Dipnotlar
(1) Bkz. Wen Haiming, Çin Felsefesi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2014. (2) Ahi Evren, Tasavvufi Düşüncenin Esasları, tercüme, inceleme ve Araştırma: Prof. Dr. Mikail Bayram, NKM Yayınları, Konya, 2008, s. 25, 26 vd. (3) Yaşar Çoruhlu, Türk Mitolojisinin Anahatları, Kabalcı Yayınevi, ikinci basım, İstanbul, 2006. s. 137. (4) L. N. Gumilev, Eski Türkler, Selenge Yayınları, dördüncü baskı, İstanbul, 2003, s. 400. (5) Emel Esin, Türk Kozmolojisine Giriş, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2001, s. 19 vd; Emel Esin, Orta Asya'dan Osmanlıya Türk Sanatında İkonografik Motifler, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2004, s. 16-54, 120-121. (6) Emel Esin, Türk Kozmolojisine Giriş, s. 21. (7) Nimet Yıldırım, İran Mitolojisi, Pinhan Yayınları, İstanbul, 2012, s. 250, 394. (8) Nimet Yıldırım, age, s. 394. (9) Altay Destanı: Maaday Kara, Hazırlayan: Emine Gürsoy Naskali, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1999.